Albert Camus, mitlerin hayal gücü onları canlı tutsun diye var olduklarını söyler. Bugünün dünyasında bu söz doğru olabilir. Ancak gelin tarihte çok gerilere gidelim ve bir de eski metalurjistlerin dünyalarından bakalım. Eski çağlarda, kaynağı gök ya da yeraltı gibi gizemli ya da kutsal yerlerde olan metalleri alıp işleyen metalurjistler, kendilerini bu gizemli güçlerin lanetinden korumak için bazı doğaüstü güçlere ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç ile geliştirdikleri ritüellerden ya da uğraştıkları iş, hem maddi hem de manevi olarak “tehlikeli” görüldüğünden, bazı eski kültürlerde metalurjistlere büyücü gözüyle bakıldığı bile olur. Böylece, bugünün dünyasında birbiri ile son derece ayrı yerlerde duran metalurji ve mitoloji, tarihte uzun süre yan yana yol alırlar. Öyle ki, ünlü tarihçi Mircea Eliade, bu birlikteliği anlatacak bir kitap yazılabilseydi bunun birkaç bin sayfayı bulabileceğini söyler. Şimdi gelin, henüz yazılmamış bu ilginç ve eğlenceli “kitabın” bazı sayfalarına birlikte göz atalım...

Albert Camus, mitlerin hayal gücü onları canlı tutsun diye var olduklarını söyler. Bugünün dünyasında bu söz doğru olabilir. Ancak gelin tarihte çok gerilere gidelim ve bir de eski metalurjistlerin dünyalarından bakalım. Eski çağlarda, kaynağı gök ya da yeraltı gibi gizemli ya da kutsal yerlerde olan metalleri alıp işleyen metalurjistler, kendilerini bu gizemli güçlerin lanetinden korumak için bazı doğaüstü güçlere ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç ile geliştirdikleri ritüellerden ya da uğraştıkları iş, hem maddi hem de manevi olarak “tehlikeli” görüldüğünden, bazı eski kültürlerde metalurjistlere büyücü gözüyle bakıldığı bile olur. Böylece, bugünün dünyasında birbiri ile son derece ayrı yerlerde duran metalurji ve mitoloji, tarihte uzun süre yan yana yol alırlar. Öyle ki, ünlü tarihçi Mircea Eliade, bu birlikteliği anlatacak bir kitap yazılabilseydi bunun birkaç bin sayfayı bulabileceğini söyler. Şimdi gelin, henüz yazılmamış bu ilginç ve eğlenceli “kitabın” bazı sayfalarına birlikte göz atalım...

METALURJİ DOĞUYOR
İnsanoğlunun metalleri kullanımı taş çağına kadar uzanır. Bu dönemde, insanların doğada, taşlar arasında bulduğu doğal altın, gümüş, bakır ve gökten gelen meteorik demir parçaları, kullanılan ilk metaller olur. Ancak bu dönemde metaller herhangi bir metalurjik işlem uygulanmadan, tıpkı diğer taşlar gibi kullanılır. MÖ 4000 dolaylarında işler değişir ve insanoğlu madenden bakır elde etmeye başlar. Daha sonra, bakıra yaklaşık yüzde 10 oranında kalay katılmasıyla, ergitilmesi ve dökülmesi daha kolay olan bronz elde edilir ve bu malzeme, yaklaşık MÖ 2400 ila MÖ 2000 yılları arasındaki zaman dilimine ismini verir. Bronz çağını ise demir çağı takip eder. Artık metaller yaşamın ayrılmaz birer parçasıdır.

TOPRAK ANA’NIN DÖLYATAĞI
Eski Mezopotamya’da, madenler ve değerli taşlar, derinliklerin ve yeraltı sularının tanrısı, madencilerle zanaatçıların piri Ea’ya aittir. Eski Mezopotamya mitolojisinde, madenlerin yeraltında büyüdüklerine inanılır ve madenleri yer üstüne çıkarmak, “vaktinden önce doğum yapmak” gibi görülür. Öyle ki, eğer yeraltında yeteri kadar bekletilirse tüm madenlerin altına dönüşeceğine inanılır. Dolayısıyla bu “erken doğumdan” sonra metalurjistlerin fırınlarda yaptıkları işlemler, basit birer fiziksel ya da kimyasal işlem olarak değil, bir büyüme etkinliği olarak görülür. Böylesi bir etkinliğe çok çeşitli ritüeller eşlik eder. Eliade’nin eski bir Asur metninden aktardığı aşağıdaki satırlar, metalurji uğraşısının eski kültürlerdeki niteliği konusunda iyi bir örnektir:
“Bir maden filizi fırınının temelini atmak istersen şanslı bir ayın uygun bir gününü bekle ve fırının temelini yap. Fırında çalışırlarken (onlara) bakmalı ve sen de (fırında) çalışmalısın; embriyonları getirmelisin… Bir başkası, bir yabancı girmemelidir ve temiz olmayan bir kişi onlara görünmemelidir; maden filizini fırına koyduğun gün (embriyonların önünde) bir kurban sunmalı, bir kap çam reçinesi koymalı, bira, kurunna, dökmelisin. Ocağın altındaki ateşi yakmalı ve maden filizini fırına koymalısın. Fırının yanına getireceğin insanlar arınmış olmalı, ancak ondan sonra yaklaşmalarına izin verebilirsin. Ocakta yaktığın odun Ab ayında kesilmiş günlük ağacından (sarbatu) olmalıdır – bunlar kabukları soyulmuş büyük kütükler olmalı ve rastgele değil, deriye sarılarak konulmalıdır.” Eski Çin, Hint, Mısır gibi uygarlıklarda ve bazı eski Afrika kültürlerinde de metalurji uğraşının içinde mitolojik öğelerin karıştığı görülür. Gerek yeraltından çıkarılan madenlerin işlenmesinde gerekse “kutsal” gökten gelen meteoritlerden dövme demir elde edilmesinde kullanılan aletlere mistik anlamlar yüklenir. Bazı kültürlerde, tıpkı yerin altındaki madenlerin olduğu gibi, bu aletlerin de canlı birer varlık olduklarına inanılır. Zaman ilerledikçe, metalurji teknikleri ve beraberinde mitleri Eski Yunan’a ulaşır.Metalurji ile mitoloji arasındaki ilişki bu kez “koskoca” bir Tanrı’da simgeleşerek devam etmektedir...

METALURJİNİN BAHTSIZ TANRISI
Sözünü ettiğimiz bu “ilginç” tanrı, Zeus ve Hera’nın oğlu Hephaistos’tur. İlginçtir, çünkü Yunan mitolojisindeki tüm tanrılar güzel, genç, uzun boylu, kısacası kusursuz iken, Hephaistos çirkin ve topaldır. Öylesine çirkindir ki, ondan utanan Hera onu doğar doğmaz Olympos’tan aşağı atar. Lemnos (Limni) adasının yakınlarında denize düşen Hephaistos’u, Eurynomos ve Thetis bulur ve derin bir mağaraya saklarlar. Metalleri işlemedeki yeteneğini küçük yaşta gösteren Hephaistos, Lemnos Adası’ndaki bir yanardağda bulunan atölyesinde, olağanüstü eserler yapar. Hephaistos, Olympos’tan atılmış olmasını bir türlü unutmaz ve Hera’dan intikamını almak ister. Onun için çok üstün bir işçilikle, muhteşem bir altın taht yapar ve Hera’ya hediye eder. Taht, Hera’nın gözlerini büyüler. Ne var ki, Hephaistos intikamını almak için bir tuzak kurmuştur. Hera tahta oturur oturmaz, dâhice hazırlanmış mekanizma harekete geçer ve Hera’yı kıskıvrak yakalar. Hera’yı bu tuzaktan kurtarabilecek tek bir kişi vardır, ancak onun da şartları vardır: Olympos’a geri kabul edilmek ve Afrodit’le evlenmek... İstekleri kabul edilen Hephaistos, Olympos’a geri döner ve Afrodit’le evlenir. Ancak Afrodit’in gönlü Ares’ten yanadır ve âşıklar gizli gizli buluşmaktadır. Güneş tanrısı Helios, bir gün yasak aşk yaşayan bu çifti görür ve gördüklerini hemen Hephaistos’a anlatır. Hephaistos için bir kez daha intikam vaktidir. Yatağa dâhice bir tuzak kurarak çifti “iş üzerinde” yakalar ve tüm Olympos’a rezil eder! Aşk hayatında aradığı mutluluğu bulamayan Hephaistos, daha sonra Troya Savaşı’nda karşımıza çıkar. Thetis, oğlu Akhilleus’un silahları düşman tarafından yağmalanınca Hephaistos’a başvurur. Thetis’e büyük bir minnet duyan Hephaistos, Akhilleus için muhteşem bir işçiliğin ürünü olan kalkan, zırh, miğfer, dizlik gibi savaş gereçleri yapar. İlyada’da, Hephaistos’un işe koyuluşu şöyle anlatılır: “(...) [körüklerini] tekrar ateşe çevirip çalışmaları için komut verdi. Onların da hepsi birlikte, yani yirmisi birden üflemeye başladılar potalara. Her çeşit soluğu çıkarıyorlardı. Hephaistos’un istediği ve işin gerektirdiği gibi, kimi zaman güçlü, kimi zaman da daha hafif. Ateşe sert bakır, tunç, kıymetli altın ve gümüş attı. Daha sonra da kütüğün üzerine kocaman örsü koydu; bir eline ağır çekici öbürüne de maşayı aldı. İlk önce işe, onu her tarafından süsleyerek büyük ve güçlü bir kalkan yapmakla başladı. Dört bir yanına şimşekler saçan, üç katlı ve parıl parıl parlayan bir çember yerleştirip İlyada’da bu satırlar ve Hephaistos efsanesi uzayıp gider. Eski Yunan’dan sonra, Eski Roma mitolojisinde, Hephaistos’un yerine Vulcanus’u görürüz. Ateş tanrısı Vulcanus’un, Etna Yanardağı’nın altında bir demirci ocağı bulunmaktadır. Daha sonra, uzun yıllar boyunca nalbantlar, mesleklerinin kurucusu olarak gördükleri Vulcanus adına, her Ağustos ayının 25’inde Vulcanus Şenliği düzenlerler. Nalbantlık mesleğinin yok olmasıyla birlikte, bu şenlik de tarihe karışır.

ERGENEKON’DAN İSKANDİNAVYA’YA
Metalurji ile mitoloji, Orta Asya’daki Türklerin tarihinde de kesişirler. Ergenekon Destanı’nda, Göktürklerin bir demir dağı eriterek Ergenekon’dan çıkmaları anlatılır. Metalurji ve mitoloji beraberliği Ortaçağ boyunca, zaman zaman madenci şenliklerinde, zaman zaman da simyacıların uğraşlarında, kıyısından da olsa varlığını sürdürür. Yüzyıllar geçse de insanlar metalleri mitolojik karakterlerle ilişkilendirmeye devam ederler. Örneğin, Yunan mitolojisindeki aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit ve onun Roma mitolojisindeki karşılığı Venüs ile bakır, Eski Yunan’da savaş tanrısı Ares ve Eski Roma’daki karşılığı Mars ile demir arasında bir ilişki vardır. Bu “geleneğin” yüzyıllar sonra da devam ettiği görülmektedir. İsviçreli kimyacı George Brant, 1735’te keşfettiği kobalta, Alman madencilerin, madenlerde oturduğuna inandığı kötü ruh Kobold’un adını verir. Jöns Berzelius, 1828’te keşfettiği toryuma, İskandinav şimşek tanrısı Thor’un adını verir. Bugün kurşundan nikele, titanyumdan vanadyuma çok sayıda metal mitolojik kahramanların adlarını taşırlar. Modern zamanlarda bunları “hoş birer öykü” gibi okusak da, Malinovski’nin söylediği gibi, “mit insan uygarlığının temel bir öğesidir; boş olaylar dizisi değildir, tersine sürekli başvurulacak olan yaşayan bir gerçekliktir” ve –elbette- “hayal gücü onları canlı tuttukça” var olacaklar...