“BİLİNCE İLİŞKİN FELSEFİK TARTIŞMALAR OLMASAYDI, BİLGİSAYAR VE YAPAY ZEKÂ OLMAYACAKTI.” BU ÖNERMENİN MANTIĞININ ANLAŞILMASI İÇİN ÖNCELİKLE DESCARTES DÖNEMİNE GERİ DÖNMEMİZ GEREKİYOR.

Descartes ile başlayan tartışmanın özünde, yüzyıllardır ruhun / bilincin yani “öz farkındalık yetisinin” merkezinde olduğu görüşü yatar. Descartes, hayvanile insanı birbirinden ayırırken, hayvanların bütünüyle makine olduğunu iddia eder; hayvanla insanı ayıran akıl ise bütünüyle ruhtan kaynaklanır. Descartes’a göre ruh yalnızca insanda bulunur.Klasik dönem ve Orta Çağ filozoflarının çok önemli bir kısmı, kainattaki her canlı formun az ya da çok ruh sahibi olduğuna inanırdı. Aristotales felsefesindeki bu yaklaşımı, dönemin teolojik yaklaşımlarında da görmek mümkündür. Tüm canlıların ruhları birbirinin aynısı değildi ancak aynı tinsel yapının parçaları konumundaydılar. Bu tinsel bütünlük hayattan da sorumluydu. Ruh ise tüm nesnelerin ulaşmak istedikleri hedefe varmalarına yarayan güçtü. Var olan tüm nesnelerin hatta mekanik gibi görünen cansız varlıkların bile otonom yani kendi iradeleriyle eylemsellik içerisinde oldukları anlayışı hâkimdi. Descartes ile bu anlayışın 17’nci yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başladığını görüyoruz. Bunun için “herş eyi kapsayan ruh” anlayışının tartışmaya açılması gerekmiştir.Bu tartışmada Descartes, bütüncül ruh anlayışını sorgulamıştır. Bunun için dünyayı iki töze ayıran Descartes pasif ve salt maddi işlevleri bir kefeye koyarken, fiziksel temeli olmayan düşünceyi maddi bedenden ayırdı ve dünyanın bir parçası olarak görmedi. Buna göre insanın en temel işlevleri olan solunum, hareket gibi davranışları bütünüyle pasif olan madde ile alakalıydı. Yalnızca rasyonel zihinsel etkinliğin merkezi konumundaki ruh, tinsel bir yapı arz ediyordu.Dikkatlice bakıldığında ruhu farklı bir konuma getiren Descartes yaklaşımı, en sonunda Batının zihinsel algısında ruhun ortadan kalkmasını mümkün kılmıştır. Descartes’ın nihai amacı bu mudur bilinmez ama kendi zihinsel dünyasında maddi beden ile ruh arasındaki ilişkinin nasıl şekillendiğini tam olarak açıkladığı söylenemez. Descartes’ın ruh ile bedeni ayrıştıran düşünsel modelinden sonra ilerleyen yüzyıllarda felsefeciler, fiziksel yapının dünyadaki yerini anlamaya çaba sarf etmelerine rağmen ruh konusunda gereken önemi göstermediler. Gerçekliğin ampirik düzlemde gözlemlenebilen unsurlarla sınırlı olması gerektiğini savunan Hume, bir adım öteye geçerek ruhun ötesinde benliğin de varlığına itiraz ederken, Kant’a göre öznel anlamda benliğin varlığının açık olduğu kabul edilse bile üçüncü bir kişinin gözleminde aynı şeyin geçerli olduğunu söylememiz mümkün görünmemektedir.İlk kez 18’inci yüzyılda beyin, akıl ve ruhtan ayrıştırılarak makine metaforunun bir parçası haline gelmiştir. Mekanikçi felsefenin etkisiyle insan doğasını anlamaya dair tüm yaklaşımlar maddeselleşmiş ve mekanik bir hal almıştır.Bu yaklaşımın yansımasını, zihinsel fonksiyonların matematiksel işlemlerle gerçekleşebileceği düşüncesinden yola çıkarak ilk kez 1943 yılında yapay nöral ağ için “bilgi sayım” modelini ortaya atan McCulloch ve Pitts’de görüyoruz. İnsan zihninin nöral düzeyde dijital bilgisayar şeklinde çalıştığını söyleyen bu uzmanlar, zihni, önceden belirlenmiş kurallara göre işleyen semboller bütünü olarak görmüşlerdir. Görüleceği üzere, bütünüyle mekanik bir bakış açısıyla zihnin çalışma koşullarını ve standartla-rını sembolleri indirgeme yaklaşımı, zihnin maddesel bir temelde açıklanmasının ilk girişimleridir. Böylece ruh ve zihin maddesel bir temel kazanarak somut hale gelmiştir.

BİLGİYİ NASIL TANIMLADIĞIMIZ ÖNEMLİ

Bilgi kuramı da felsefenin bu yaklaşımından nasibini almıştır. Claude Shannon’a kadar bilgi, bilinçli bir özne tarafından yorumlanması ve anlamlandırılması gereken bir unsur olarak görülmüştür. Bundan dolayıdır ki bilgiyi alan kişinin onu anlayabilecek bir kişi olmaksızın anlam ifade etmeyeceği düşünülür. Claude Shannon ise bilgiyi bilinç sahibi özne olmaksızın anlam ifade edecek şekil-de yeniden kurgulamıştır. Shannon bunun için dili ikiye ayırır: Sentaks olarak nitelendirilen dilin yapısı ve biçimi ile dilin içeriği ve anlamı olarak görülen semantik yapı. Böylece, dilin ölçümlemeye uygun olmayan semantik kısmı dışarıda bırakıldı ve bütünüyle içinden ibaret olan sentaks kısmı alınarak dil matematiksel bir örgü haline getirilebildi. 1948 yılında Shannon, her mesajın bir anlamı olduğunu söylemekle beraber bu mesajın kapsam dışına bırakılmasıyla bilginin matematiksel denklemlere indirgenmesinin mümkün olabileceğiniz söylemiştir. “Mekanik düzeyde çalışan bir zihin” ile “anlamdan uzaklaştırılmış semboller bütünü bilginin” bir araya gelmesi, ilerleyen safhada bilgisayarın zihinsel işlevleri yürütebilmesi ihtimalini doğurmuştur. Bu yaklaşımda zihin bir yazılım ve beyin ise bu yazılımı çalıştıran donanım olarak görünür. Her bir bilişsel sistem algoritma olarak değerlendirilir ki okumak bir algoritma, görmek başka bir algoritmadır. Mekanikçi felsefenin sonucu ortaya çıkan bu metafor, bilişsel dilbilimciler nezdinde birtakım sorunları da beraberinde getirmiştir. Böylece, yalnızca konuştuklarımızı değil aynı zamanda dünyayı düşünme ve değerlendirme şeklimizi de etkileyen “bilgi sayım” metaforu sonrasında, bilgisayarlara da insan zihniymiş gibi yaklaşmaya başladık.

YAPAY ZEKÂNIN HALEN BİLİNÇ SAHİBİ OLMADIĞINI DÜŞÜNÜYORUZ

Yine de halen yapay zekânın ya da robotların insan zekâsının eşleniği olmadığını düşünüyoruz. Yapay zekâ algoritmalarının satrançta ya da Go oyununda elde ettikleri başarıyı, oyunun tüm kurallarının belli olmasına bağlıyoruz. Robotların yapay zekâ ya da algoritmaların duyusal deneyimlerden yoksun bir şekilde bilinç sahibi olduğu iddiasından hareketle, bu unsurların hiçbirini insan bilincinin yerini tutamayacağını kabul ediyoruz. Teknolojinin geldiği nokta itibarıyla bu iddialar hiç değil yabana atılacak türden değil. Yapay zekâ en zor olasılık tahminlerini yapsa bile bizim açımızdan en basit davranışlar olan yürümek, bardakla su içmek, hissetmek gibi duygusal algı işlevlerini ve motor becerileri bizim kadar yerine getiremiyor. Hayvanlarla ortak olan bu fonksiyonları yerine getiremediği için yapay zekânın bilinci olmadığını iddia ediyoruz. Halbuki Descartes ile başlayan eleştirel yaklaşım, nihai amacı zihni bedenden ayrıştırmak ve gözlemlenemeyen ruhu kapsam dışında tutarak öznel deneyimlerimizin tamamını fenomenolojik olarak ele almaktı.Newton fiziği, ampirizm, Sanayi Devrimi, yapay zekâ,bilgi işleme makineleri gibi teknolojilerin tamamının arkasında yatan bu yaklaşım, varoluşsal problemlerimizi çözmüş değil. İnsan zihninin halen dini, etik ve meta fizik ihtiyaçları var. Doğanın yaratılıştan gelen amaçları olduğu yönündeki Aristocu görüşün reddi ve sonrasında “manevi olanın fiziksel süreçlerden koparılarak bilinemez alana sürüklenmesi”, insanın doğasını tatmin etmekten uzaktır. Geçmişte kaldığı söylenen dini fikirlerin yerini bu kez bilimin kehanetleri almış durumda. Akademik peygamberlik olarak da nitelendirilen bilgi çağının başlıca kehanetlerinden biri de Kurzweil’in tekillik yaklaşımıdır. Teknolojinin insanlığı dönüştürme gücü olduğu-na inanan bu yaklaşımda, insanın hayatta kalmasının tek yolu her geçen gün karmaşıklaşan teknolojiyle insan bedeninin birleşmesidir. Kurzweil bu birleşimi “insan suretli varlıklar” olarak tanımlar; insan zihninin bir örüntüden ibaret olduğunu ve bu örüntünün içerdiği bilgilerin bilgisayarı aktarılabileceği, sonuçta insanların dijital avatarlar yoluyla diriltilebileceğini iddia eder.Kurzweil ve diğer transhümanistler, Descartes tarafından maddi yapıdan ayrıştırılan bilinci “bilgi demetinden oluşan örüntü” temelinde yeniden tanımlayarak, bu kez bedenden tamamen ayrıştırmışlardır. Hatta öyle ki, transhümanistlere göre bedene ihtiyaç kalmayacaktır; fiziksel dünyanın maddi kısıtlamalarından özgür bir şekilde yaşanabileceğine dayanan bu model, fiziksel aşkınlık halini hedefler. FELSEFE VE DİN, YENİLİKÇİLİK ÜZERİNDE ETKİLİDİR Tüm bu tartışmalardan görüleceği üzere, 17’nci yüzyılda başlayan düşünsel gelişmeler bugün yapay zekâ denilen dijital teknolojinin altyapısını oluşturmuştur. O dönem-de bilimin kapsamı dışında bırakılan bilinç, bugün önce sayısal sonra da dijital örüntü formunda hayat bulmaktadır. İnsanlığın var olduğu dönemden bu yana ihtiyacı olan din/ inanç eksenindeki zayıflama karşısında, günümüzde dijital ortamda yaşatılmaya çalışılan insan zihni ve yaşam olgusu çıkmıştır. Sanılanın aksine yapay zekâ alanında yapılan çalışmaların temel motivasyonu finans piyasalarında işlem yapacak yapay zekâ üzerinden yüksek paralar kazanmak değil, çalışmaları gerçekleştiren bilim insanlarının dini inançlarıdır.Yani her ne kadar modernite, ateş, tekerlek gibi bir bilimsel keşifle değil düşünsel bir denemeyle başlamış olsa da günümüzde aynı şüphecilik yerini bilinemeyenin, ispat edilmeyenin yani bilincin, ruhun kapsam dışında bırakılması üzerinden değil, onun dijitale dönüştürülmesi üzerinden devam etmektedir. Ampirizmin dışlayarak unutturmaya çalıştığı bilincin yeniden gün yüzüne çıkmasında, biraz önce söylediğim gibi insan doğasında yer alan dinin akademi üzerindeki etkisi büyüktür. Yahudi mistisizmi başta olmak üzere geleneksel inanç sistematiklerinin neredeyse tamamında yer alan “insanın yaratıcının suretinde yaratılması”, “aynı yaratıcı kudretlerin insanda da olduğu fikri” halen egemendir. Ve insan kendine verilen bu yaratıcı yetenekleri, gerçek bilgiye ulaşmak için kullanıyor. Yalnızca tanımlar değişiyor: Sibernetikçiler bilinci, beyin dışında bulunan ve bedenin tamamına dağılmış sistemler de dâhil olmak üzere bütün ağların karmaşıklığından oluşan örüntü olarak tanımlıyor. Bu karmaşıklık da aslında bilincin özünü oluşturuyor.