Amira Hass İsrail’deki muhalif gazete Ha’aretz yazıyor. ABD yerlilerinin “Gözyaşı Yolu” diye bilinen ünlü sürgün çilelerini anımsatan bir yazıyı kaleme almak için 17 Aralık 2010 günü masasının başına oturuyor. Yazının pazartesi gazeteye konacağını, 23 Aralık 2010 günü yayınlanacağını biliyor. Yazının giriş cümlesi, “Bu yazının yazılmasıyla yayınlanması arasında geçen anlatılanların bayat haber olup...
Amira Hass İsrail’deki muhalif gazete Ha’aretz yazıyor. ABD yerlilerinin “Gözyaşı Yolu” diye bilinen ünlü sürgün çilelerini anımsatan bir yazıyı kaleme almak için 17 Aralık 2010 günü masasının başına oturuyor. Yazının pazartesi gazeteye konacağını, 23 Aralık 2010 günü yayınlanacağını biliyor. Yazının giriş cümlesi, “Bu yazının yazılmasıyla yayınlanması arasında geçen anlatılanların bayat haber olup olmayacağını veya zerre kadar dikkat çekip çekmeyeceğini bilmek imkânsız” diyordu. Yazarın, güncel olmayan, tarihin derinliklerinden bugüne kadar gelebilmiş, insanların çoğu için geçmişteki bir acı olarak anımsanan olayı anlatırken bile endişeye kapılması, daha güncel, daha dönemsel, netleşmemiş gri alanları çok olay ya da olguları değerlendirirken ne yapacağız? Böyle bir bakış açısı şaşkınlığımızı daha da arttırmaz mı? Belirsizlik alanlarımızı genişletip, ‘risk alanı’ belirlemeyi güçleştirmez mi? Daha bir dizi soru düştü zihnimize…
İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran özelliklerinden biri “belirsizlik” koşullarını “risk alanı” haline dönüştürerek, geleceğe dönük “ön görü yapması” ve “önlemler” tasarlamasıdır. Bu tasarımı yaparken en önemli araçlarımız “zihni modellerimizdir.”
S. Howking’in anlatımıyla, gerçeklik diye bir şey yoktur; zihni modele göre gerçeklik vardır. Zihni modelinizin ‘varsayımları’ değince gerçekliğiniz de değişir. Eğer gerçekliği aramak, hayatın öz gerçeği ile kendi gerçekliklerimiz arasında denge kurarak “uyum yeteneğimizi” geliştirmek istiyorsak, “analitik yeteneğimize” sıklıkla başvurmak zorundayız.
“METOT O KADAR ÖNEMSİZDİR Kİ…”
Bir insanın eğilimleri, eğilimlerin yarattığı fırsat ve tehlikeleri, kendi olanak ve kısıtlarını bilmesi, bilmenin de ötesinde anlaması genetik bir olgu değil, ‘öğrenmeyle’ ilgili ‘metot’ sorunudur. Daha net bir söylemle, analitik yeteneğin doğuştan kazanılan değerlerimizle ilgisi vardır ama sadece genetik bir olgu da değildir. Analitik performans, daha çok içinde bulunduğumuz çevrenin, yaşadığımız ortamdaki kültürel iklimin, topluluk ya da toplumlarda karşılıklı bağımlılık ilişkilerini belirleyen değerlerin, beklentilerin ve davranışların yansımasıdır. 1960’lı yılların başında metot öğretmenim temel bir uyarı yapardı: “Metot o kadar önemsizdir ki, sadece esası etkiler!”
Analitik performansın geliştirilmesi, önce “merakları diri tutan” bir ideale sahip olmayı gerektirir. Eğer yaptığımız iş için “zamana kıyılması” konusunda kendimizi ikna etmemişsek, “kendimizi kanıtlama” iddiasına angaje etmemişsek “dinamik bir analitik güç” yaratmamız mümkün değil. Bireyin, topluluk ya da toplumların “analitik güçleri” dinamik bir olgudur; sürekli “kendimize yatırım yapmayı” ve kendimizi yenilemeyi gerektirir. Metotlu çalışmasını biliyorsak, daha az zamanda daha etkin sonuçlar alırız. Metotsuz çalışıyorsak, daha çok zaman harcayarak, verimi düşük sonuçlar alabiliriz.
“Bilinçli bir etkileme” ve “ilgi ve amacın netleşmesi” zihinsel arayışı hızlandırır. Analitik yeteneği hızlandıran bir sonraki adım da “uygun iklimi” yakalamaktır. “Gerekli araçlara” sahip olmadan istenen sonuç elde edilemez. “Kendini sorgulama bilinci” olmadan da analitik yeteneği sürdürebilir hale getirmek mümkün olmaz.
Bunca sözü söyledikten sonra, bu yazıyı okuyanların şöyle bir soru yönetmelerinde haklılık payı vardır: Sizin önereceğiniz bir metot önerisi var mı?
Yaygın kabul gördüğünü düşündüğümüz öneri, birkaç düzlemden oluşur: Birinci düzlem, doğru verilere erişme, doğru enformasyona sahip olma, doğru bilgilere ulaşma, anlamlı sezgileri işin içine katma, bileşen, bağlam ve bütünlükçü bakış açısına sahip olmadır. İkinci aşama, birikimleri yeniliklere ve buluşlara dönüştürme. Her adımı bilinçle besleme, son tahlilde bereket-zenginlik üretebilmedir. Üçüncü aşama, ilk iki adımda söylenenleri “dünya genelindeki eğilimlerin yarattığı fırsat ve tehlikeler ile olanak ve kısıtlarımız arasında denge kurmadır.”
Çağımızda doğru enformasyon, güçlü bir koordinasyon ve sonuç alıcı bir odaklanma olmadan, herhangi bir alanda başarı yaratmak mümkün değil. Her üç etkinliğin arka planında “analitik yetenek” temel güç kaynağıdır.
KÜRESELLEŞME VE EĞİLİMLER
Günümüzde ekonomik kararların çerçevelerini örgütlerken öncelikle “dünya genelindeki eğilimleri” yakından izlememiz gerekir. En azıdan aşağıda özetle aktarılan eğilimlerin, işimizi ne ölçüde etkilediğini bilmeden sağlıklı bir ilerlemenin yapılamayacağını düşünüyoruz:
1. İnsanlık 18’inci yüzyılın sonlarında başlayan, 19’uncu yüzyılda ilerleyen, 20’nci yüzyılda kendi standardını ve birikim sistemi oluşturan ‘Sanayi Toplumu’ aşamasını geçerek ‘Bilgi Toplumu’ aşamasına geçmiştir. Bilgi Toplumu’nun eğitilmiş insan gücü üzerinde inşa edildiğini, eğitilmiş insanın da değerleri, iradesi, yararları, projeleri ve kurumları ile yeni bir kültür yaratacağı netleşmiştir.
2. Ekonomide güç merkezi Batı’dan Doğu’ya doğru hızla kaymaktadır. Bu kayışın yarattığı ilk büyük kriz sürecinden geçiyoruz. Yeni normal koşullarında, kendi konumumuzu sağlam zemine oturtmak için, bu temel eğilimin karşılıklı-bağımlılık ilişkilerini, sosyo-ekonomik ağlarının yapısını, işlevini ve kültürünü gözleyerek ona göre vaziyet almamız gerekir.
3. İletişimin yarattığı olağanüstü sözel, görsel, sanal ve fiziki erişebilirlik refah arayışı içindeki insanları kendi yurtlarında ve uluslararası göçlere yöneltmiştir. Bu olgu kentleşmeyi hızlandırmıştır. Kent ekonomisi ve kent verimi ekonomilerin temel belirleyicisi haline geldiği bilinmelidir.
4. Kentleşme ile birlikte, ülkeler içinde gelirler farklılaşsa da, ülkeler arasında gelir artışları nedeniyle “orta sınıf yükselişe geçmiş”tir. Ataerkil aile kurumu yerini çekirdek ailelere bırakmaktadır. Kadın nüfusu hızla iş yaşamına girmekte, konumunu değiştirmektedir. Bütün bunlar, tüketici değerlerini, beklentilerini ve davranışlarını hızla değiştirmektedir.
5. Teknolojiye kolay erişebilirlik, insan-odaklı ekonomik büyümeyi öne çıkarmış, nüfusu kalabalık ülkelerde yüksek büyümeye tanık olunmuştur. Gelecekte de nüfusu kalabalık ülkelerin “sürdürülebilir büyümenin” güvencesi olarak görülmektedir.
6. İnsanların karşılıklı-bağımlılık ilişkilerinde “toplanma ilkesi” işlerliğini hızlanmakta; kentlerde birbirine yakınlaşan insanların “yarışması” da kızışmaktadır. Bu nedenle üretim emek-sermaye ekseninden “yaratıcı-yenilikçi girişimcilik” eksenine kaymaktadır. Yakın dönemlere kadar “satıcı piyasalar egemenliği” geçerli iken son çeyrek yüzyılda “alıcı piyasalar egemenliği” belirleyici hale gelmiştir. Bu nedenle rekabet “dönüştürücü inovasyon-odaklı” bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
7. Gelişmenin ve değişmenin beş temel aşaması vardır: Üreme, mutasyon, ayıklama, yalıtım ve iş birliği. İnsanlık bugün hâkimiyetçi rekabetle yüzleştikçe, gelişme basamaklarını da hızla tırmanıyor. Bugün temel aracı, “…bir piyasa yapıcısı kuruluş etrafında örgütlenen küçük ve orta ölçek yapılardan” oluşuyor. Böyle bir yapı, ölçek ekonomisinin erişebilirlik olanakları kadar küçük ve orta ölçek yapının esneklik ve hızından da yararlanarak rekabet savında ayakta durmayı sağlıyor.
ANALİZLE İŞ YAPMA AŞAMASI
Eğilimlerin fırsat ve tehlikelerini öngörebiliyor; “kendi olanak ve kısıtlarınızı netleştirerek” fırsatlardan yararlanma ve tehlikeleri en az maliyetle atlatma konusunda dengeleyebiliyorsanız, o zaman “alışkanlıkla değil, analizle iş yapma aşamasına” geçiş yapmış olursunuz.
Analitik düşüncenin geliştirilmesi bir “öğrenme sorunudur…” Kendimizi öğrenmeye ve analize motive edersek, yeni dünya koşullarında doğru konumlanma yapabiliriz.
ÖĞRENMENİN YOLU
“Öğrenmenin araçları” üzerine düşünenler çevremizdeki “rol modellerinin etkisi” ve “topluluk“ halinde yaşayanların “görgüye” dayalı öğrenme sürecine gönderme yaparlar.
Eskişehir’de Sanayi Odası’nın kurucularından Mümtaz Zeytinoğlu her Salı günü yaptığı düzenli toplantılarının gerekçesini “…komşuluk etkisi yaratma” diye tanımlardı.
Öğrenme değişik kaynaklardan beslenir: En etkili olanı, yaşadığımız çevrede bilinçli gözlemlerle çıkardığımız dersler, ulaştığımız genellemelerdir. Bir başkası, komşunun yaptığı ve başarılı olanı aynen tekrarlamak. Daha bilinçli olanı, çevrenin olanak ve kısıtlarını analiz ederek, kimsenin yapmadığını yaparak farklı olanı üretmenin meyvelerini toplamak.
Arie de Guess kitabında2, sürüler halinde dolaşan mavi baştan kara ile ardıç kuşlarından örnek verir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında süt şişelerine alüminyum folyo kapatılmış. Sürü halinde dolaşan bütün mavi baştan karaların hepsi gagaları ile kapağı delerek süt içmeyi öğrenmiş, yalnız gezen ardıç kuşlarında ise kapak delme becerisi gerektiği gibi gelişmemiş.
Topluluk halinde öğrenmenin daha etkin olduğunu biliyoruz. “Göz en iyi öğretmendir; gözlem en büyük okul” dendiğinde aşırı bir değerlendirme yapılmış olmaz.
Kayseri’de IT teknolojileri ile ilgili toplantıdan sonra, sistem ya da yazılım satın alınırken “ihtiyaç-araç dengesinin” gözetilerek mi, yoksa komşulara bakarak mı karar verdiğini sorguladık. Deneyimli bir IT yöneticisi;
“… ne yazık ki, IT teknolojileri ihtiyacını hisseden donanım ve yazılım satın alanların önemli bir bölümü, ihtiyaçları ile araçlar arasında dengeyi arayan bir araştırma çabası göstermiyor. Çevrede ya da komşularda alınan bir sistemi aynen alma eğilimi güçlü. Bu, IT donanım ve yazılımlarına gereksiz bedellerin ödenmesine yol açıyor. Ciddi kaynak israf ediliyor” dedi. Bu tutum iş kurarken, makine-donanım satın alırken ve günlük işler yürütürken her yerde yaygın.”
Bilimle değil de görgüye dayalı karar verme, “komşuluk etkisinin olumsuz” yönünüdür. Olumsuzluk çoğunluğun benimsediği güçlü bir eğilim haline geldiğinde, sadece IT donanım ve yazılımında değil, diğer iş alanlarında da israfa kaynaklık ediyor. Üretimin bütün aşamalarında gerekli araştırmalar yapılmadan, varsayımlar sorgulanmadan, ön yargı ve yerleşik doğrulardan beslenen, görgüyle karar vermenin sınırlarını aşamayan zihni modellerle yatırım kararları alınınca, gereksiz yerlere kaynak bağlanıyor ve israf da büyüyor.
BİLGİ KİRLİLİĞİ SORUNUMUZ
“Analizle değil de alışkanlıkla yatırım yapma eğiliminin güçlenmesinin” yarattığı kaynak israfı, bilgi sağanağı koşullarında büsbütün artıyor.
Önde gelen düşünce insanları, bilim ve teknolojideki gelişmelerin “iletişim-tabanlı etkilerini” sorguluyor. Nicolas Bourriaud, İlişkisel Estetik3 adlı kitabında;
• İletişim insani ilişkileri, toplumsal bağı farklı ürünlere parçalayan kontrol uzamlarının derinliklerine sürüklüyor.
• “Bilgi otoyolları” insan dünyasının bir noktasından diğerine gitmek isteyenler için biricik güzergâh olarak kendilerini dayatma tehlikesi taşıyor.
• “Bilgi otoyolları” insanlara hızlı ve iyi yolculuk olanakları sağlarken, kullanıcıları kilometrelerin ve yan ürünlerinin tüketicileri haline getiriyor.
• Elektronik medya araçlarının, eğlence parklarının, bir arada bulunan mekânların toplumsallaşmaya elverişli formatlarının hızla çoğalması karşısında ne yapacağımızı bilemiyoruz, diyor.
ABD’nın eski başkanlarından Bill Clinton iletişim teknolojisindeki gelişmelerin karar süreçlerinin bir başka yanına değiniyor4.
“Bugün internet ve değişik haber alma olanaklarıyla her zamankinden daha çok ‘bilgiye’ sahibiz. Ama enformasyon parçalara bölündüğü için eskisinden daha çok bilmemize karşılık daha az ‘anlıyoruz’. Çünkü bu durum, bilgi üzerinde düşünmemizi, sonuç çıkarmamızı ve karar almamızı sağlayan ‘çerçeveleri organize etmemizi’ zorlaştırıyor.”
The New York Times yazarı Roger Cohen de Clinton’un görüşleriyle örtüşten değerlendirmeler yapıyor:
“…Sağanak halinde durmadan gelen sonsuz bir veri ve bilgi akışı var. Bu akış hem istihbarat analistlerinin veri ayıklama yeteneğini, hem de bir tarihçinin günün birinde gerçeği bulmak için yapacağı araştırmaların boyutunu aşıyor(…) teknoloji ve onun yarattığı ağların karşısında hükümetler gittikçe güçsüzleşiyor.”
Enformasyonda parçalanma, ayrıntı salt enformasyonla sınırlı değil. Madeleine Bunting5 Londra’daki laptopu ile Kongo’nun üç doğu eyaleti madenleri arasındaki karmaşık ekonomik ve siyasi ağı anımsatıyor. Uçurma iplerinin karma karışık olduğunu, onları çözmek için ciddi zaman gerektiğine değinerek, tedarik zincirinde kıtaları aşan karşılıklı-bağımlılık ilişkilerinin her aşamasında her aktörün “örtbas etme” çabalarına dikkat edilmesini öneriyor. Bir genellemeye ulaşıyor: “…böylesine büyük karmaşıklık, kimsenin boykot başlatamamasının da sebebi” diyerek eylem eksikliğini, karmaşıklığın artmasının etkilerine dikkat çekiyor.
Şirketlerin “temiz tedarik zinciri” oluşturmaları için bireysel ve kitlesel tepki örgütlenmenin zorlukları parçalanmış enformasyon, karmaşık tedarik zinciri, açgözlülük ve sorumsuzluğun örtbas etme gayreti bağlamında yeni arayışlar güç kazanıyor.
Eğer analizle değil, alışkanlıklarla işimizi yapmayı sürdürürsek, görgüye dayalı iş yapmayı proje odaklı anlayışa taşıyamazsak, iletişimde kirliliği ayıklayarak net anlayışlara ulaşmamız mümkün değil.
GİRİŞİMCİ SORUMLULUĞU
Hem iş insanlarının, hem de girişimcilerin yatırım yaparken ve mevcut işlerini yürütürken özen göstermeleri gereken analiz ilkelerini anımsamalıyız. Söz konusu ilkeleri 8 başlıkta toplayabiliriz. Bu ilkeler aynı zamanda “komşuluk etkisinin olumlu yönünü” geliştirmenin de araçları olarak algılanabilir:
• Öngörme bilinci yükseltilmeli: Ön görme ve önlem alma disiplinin uygulanması giderek daha zorlaşıyor. Bilgi, belirsizlikleri azaltarak ‘risk alanını’ belirlemede kullanılan bir araç. Bilgi aracı kullanılırken, herkesin bildiğini yapmanın değer katkısı daha düşüktür. Herkesten farklı olanı yapabilmek için, eğilimlerin yarattığı fırsat ve tehlikeler baskın hale gelmeden algılanmalı, kendi olanak ve kısıtlarımız da dikkate alınarak gerekli alternatif tepki stratejileri ile dengelenmelidir ki, insan ve sermaye kaynaklarımızı üretim sürecinde etkin kullanmış olsun. Bilincin yükseltilmesi, olay ya da olgular baskın hale gelmeden öngörebilme derecemizdir. O nedenle, iş insanları ve girişimciler daha analitik olmalı. Bilgi bombardımanının yarattığı kirliliği ayıklarken uzman bilgisine başvurulmalı. İş insanları ve girişimciler kendi anlama ve kavrayışlarını geliştirmeli.
Bilgiye dayalı fikir üretimine ağırlık verilmeli: Çağımızda iş insanı ve girişimciler için büyük tuzaklardan biri bilgiye dayanmayan, kulaktan dolma, derinliği olmayan malumatlarla fikir üretiyormuş gibi durmaktır. Yaygın medyadan sağlanan malumatlarla yatırım yapılmamalı. Bütün fikirler, ayrıntı bilgisinin, geçmişteki uygulamaların, geleceği yönlendiren eğilimlerin eleğinden geçirilmeli. Sloganlar ciddi fikirleri arka plana itmemeli.
• Fikirler projelere dönüştürülmeli: Fikirlerin projelere dönüştürülmesi, yatırım fikrinin ya da iş yapma tarzının fayda/maliyetini rasyonel ölçülere vurmaktır. Proje, çevrenin yarattığı fırsatları, tehlikeleri, olanakları, kısıtları, ulaşılabilir olanları ve erişebilirlik koşullarını belirler. Her fikri, yüzde yüz hayata taşımak mümkün olmayabilir. Her fikrin ön gördüğü potansiyel ile o potansiyelin erişebilirliğinin hesaplanması ciddi proje yapmayı gerektir. Esneklik ve hız temelinde gelişen küresel ekonomide proje kimliği sağlıklı bir zemin oluşturur.
• Maddi ve kültürel zenginlik üretiminde yeniliklere odaklanılmalı: Herhangi bir iş yaparken varlık nedeni olan bir ideale sahip olma, yeterli bir kitleyle paylaşma önemlidir. Kitle desteği olmadan, pazar ve piyasa ile sağlıklı bağlar kurmadan gelecek inşa edilemez. Bu açıdan bakıldığında, maddi ve kültürel zenginlik üretirken, uzun dönemli gelecek ancak “yenilik eksenli” bir anlayışı içselleştirirsek mümkün.
• Yeni zenginlikler üreten kaynaklara erişme önemsenmeli: Bilgi sağanağında iş yeri sahibi ya da girişimcinin zihninde netleştirmesi gereken bir diğer olgu da yeni kaynak yaratarak zenginlik üretiminin ölçeğini büyütmedir. Dünyanın yarattığı kaynak ölçeği büyüdükçe, nereden, hangi nitelikteki kaynakların işimize uygun olduğunu anlayabilmemiz de zorlaşıyor. Kaynakların uygunluğunu analiz etme çok önemli bir iş haline geliyor.
• Mevcut kaynakların zenginlik yaratma kapasiteleri arttırılmalı: Asıl önemli görev, bilgilerimizin mevcut kaynakların doğru konumlandırması için yeterli olmasıdır. Elinin menzilindeki kaynakları etkin ve verimli değerlendiremiyorsak, yeni kaynakları gerektiği gibi değerlendirmemiz mümkün değil.
• Doğru yapılar, işlevler ve kültür oluşturulmalı: İş yerlerinin uzun dönemli yaşabilmeleri, uzun dönemli bakış açısına sahip olmalarını gerektirir. Kurumsallaşma, doğru yapılar oluşturmadır. Doğru yapıların oluşturulması yetmez, iyi yetişmiş insanla onların işlevlerini geliştirerek yapıların içlerine hayat doldurmayı gerektirir. Bilgi sağanağında, yapı işlev ve kültür üzerinde kafa yormayan iş yeri sahibi ya da girişimcinin tuzaklara yakalanması olasılığı yüksektir.
• Sürdürülebilirlik ilkesine özen gösterilmeli: Sürdürülebilirlik işimize içerik katmaktır. Aşırı hırs ve ilkesiz tutkudan uzak, her neslin kendinden sonraki nesillerden sorumlu olduğu bilincinden hareket etmesi sürdürülebilirliğin özünü oluşturur. Birikim yeteneğini koruma ve uzun dönemli geleceği güven altındadır. Bu kaynakları verimli kullanma, aynı zamanda uzun dönemli geleceği de gözetmeyi birlikte ele alma anlamına gelir.
“Şeytanın ayrıntıda saklı olduğunu” hepimiz biliyoruz… Günümüzde deyim yerinde ise şeytanın saklanacağı ayrıntılar öylesine çoğalıyor ki, akılcılığın temeli olan, genel eğilimler ile ayrıntı dinamikleri arasında “denge kurma” alabildiğine zorlaşıyor.
İnsanoğlunun ayrıcalıklı yanı bu noktada kendini gösteriyor: Bilginin üretilme hızı arttıkça, saklama olanakları genişledikçe, tasnif ve kodlamaya erişebilirlik sınırları genişledikçe, dağıtım kanalları çoğaldıkça, uzmanlık ve ustalım da gelişiyor.
USTA KİME DENİR?
Paşabahçe’de el imalatı cam üreten ünlü bir Yusuf Usta vardı… Kendisine ustanın ne anlama geldiğini sorduğumda işlevsel tanım yaptı: “Usta, sabahtan akşama kadar bütün bildiklerini çırak ve kalfalarına öğreten, ertesi gün öğretebilecek yeni şeyler bulabilen adamdır.”
Bu “usta tanımını” başka bir boyuta taşımak istiyorum. Bugünün usta insanı, “…dünya genelindeki eğilimleri baskın hale gelmeden görebilen, o eğilimlerin yarattığı fırsat ve tehlikeler ile kendi olanak ve kısıtlarını dengeleyebilen bilgi, beceri, deneyim ve yetenek sahibi olandır.”
Hem genelin yarattığı fırsat ve tehlikeleri, hem de ayrıntıdaki olanak ve kısıtlarımızı bilme, baskın hale gelmeden harekete geçebilmek için;
• İnançtan düşünceye geçmek gerekir. İnanç, başkalarının bize söylediğini olduğu gibi gerçek olarak kabullenme kolaycılığıdır. Düşünce ise bize önerileni akıl süzgecinden geçirme, sorgulama, başka örnekleri ile karşılaştırma yapma ve bir senteze ulaşma çabasıdır. Bu “aklı kimseye emanet etmeme” bireyselliğini ve özne olmayı gerektirir.
• Düşünceye dayalı öngörme ve önlem alma disiplinine uyulmalıdır. Analitik insanın temel özelliği, kategorik ve dokunmatik düşünceyi aşarak, çok farklı parçaları birleştiren, bir çıkış yolu yaratan “soyutlama” gücüdür. Bu da, gelecekle ilgili “tasarım” anlamına gelir. İnsan öngören ve önlem alan canlıdır.
• Çağımızın çok temel özelliklerinden biri de, topluluk örgütlenmesinden toplum örgütlenmesine geçiştir. Topluluklar birbirlerini gözle, sözle, düğünde, dernekte, çarşıda, pazarda, toyda, törende eğlence de oyunda denetleyebildikleri örgütlenme düzeyidir. Toplum ise gözle ve sözle denetime dayanan, yüz yüze ilişkileri aşan ve toplum düzenini “kurumların” sağladığı ikincil ilişkiler düzeyidir. Üretim açısından toplum örgütlenmesi, hiç görmediğimiz ve bilmediğimiz insanlar için en iyiyi üretme bilincine erişmedir.
• Ustalaşmanın bir başka ölçüsü, “taklitten yaratıcılığa” geçiştir. Başka anlatımla, işlerimizi en iyi yapanlar düzeyinde yapma olan “hüner” aşamasına geçmektir. Bu da hünere akıl katmak olan “yaratıcılığa ” geçiştir.
Son söz:
Tarım devriminde bilgi babadan oğla 12 bin yıl taşındı.
Sanayi Devrimi’nde üniversiteler, okullar, dini kurumlar ve aile bilgiyi 250 yıl kurumlar aracılığı ile taşıdı, gelişmesini sürdürdü.
Bilgi toplumunda bilgi “bulutların” gücüne, hızına, insafına emanet ediliyor. Bizim Karadeniz türküsündeki uyarıyı unutmayalım: “Gezelim, dolaşalım/Biz dağları aşalım/Sen bulut ol/Ben yağmur… Analitik düşünme yeteneğini geliştirmede buluşalım…”