Türkiye ekonomisinin son dönemde çok güçlü bir büyüme ortaya koydu. Bu, kendi içinde doğru bir önerme ancak bu büyümenin göreli karşılaştırması daha...

ALPER KARAKURT MAKINE İHRACATÇILARI BIRLIĞI DANIŞMANI

GENELDE TÜRKİYE’DE YAPILAN EKONOMİ YORUMLARI, AYLIK YA DA ÇEYREKLİK BAZDA TÜİK TARAFINDAN AÇIKLANAN VERİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ ÜZERİNE KURGULANIYOR. ANCAK KISA DÖNEMLİ YA DA BİR AYLIK GEÇİCİ VERİLERE BAKARAK TÜRKİYE EKONOMİSİNDE HER ŞEYİN YOLUNDA GİTTİĞİNİ YA DA TAM TERSİNİ SÖYLEMEK BİZİ YANLIŞ YÖNLENDİRECEKTİR. ÇÜNKÜ KISA DÖNEMLİ BU VERİLERİN BİR ARAYA GELMESİYLE BİRLİKTE ORTAYA BÜYÜK RESİM ÇIKIYOR. UZUN DÖNEMDE TÜRKİYE AÇISINDAN ÖNEMLİ OLAN, RAKİBİ OLAN ÜLKELERLE KIYASLANDIĞINDA NASIL BİR PERFORMANS SERGİLEDİĞİDİR.

Türkiye ekonomisinin son dönemde çok güçlü bir büyüme ortaya koydu. Bu, kendi içinde doğru bir önerme ancak bu büyümenin göreli karşılaştırması daha önemli görünüyor. Büyümenin yeterli olup olmadığının en net göstergesi, Türkiye’nin diğer orta-yüksek gelir grubunda yer alan ülkeler grubuyla karşılaştırılmasıyla elde edilebilir. Dünya Bankası sınıflamasına göre Türkiye’nin rakibi konumundaki ülkeler, orta-yüksek gelir grubunda yer alıyor ve toplamda 22 trilyon dolarlık bir büyüklük oluşturan orta-yüksek gelir grubu ülkelerinden milli gelir olarak Türkiye’nin 2010 yılında aldığı pay yüzde 5 olarak ölçülüyor. 2017 yılında ise bu oran yüzde 3,8’e geriledi. Yani Türkiye, 2010 ile 2017 yılları arasında toplamda yüzde 10’un üzerinde dolar bazında bir büyüme elde etmiş olsa bile rakibimiz olan diğer ülkelerin çok daha hızlı büyüdükleri anlaşılıyor. Bildiğimiz üzere, küresel bir yarış içerisindeyiz ve bu yarışta başarılı olmanın temel kuralı yalnızca hızlı koşmak değil, rakiplerden hızlı koşmaktır. Dünya Bankası verilerine göre, 2010-2017 yılları arasında Türkiye ekonomisi toplamda yüzde 10,2’lik dolar bazında bir büyüme sergilerken, aynı dönemde Endonezya yüzde 34, Güney Kore yüzde 40, Hindistan yüzde 56 ve Çin yüzde 100 büyüdü. Bu ülkelerin tamamı ekonomik büyüklük olarak Türkiye’nin önünde ve büyüme performansları da Türkiye’den daha iyi görünüyor. Ancak, büyüklük olarak Türkiye’nin önünde yer alan Brezilya, Rusya ve Meksika ile kıyaslandığımızda Türkiye’nin büyüme performansı öne çıkıyor. Daha geniş bir perspektiften değerlendirildiğinde, 2010-2017 yılları arasında dünya ekonomisi toplamda yüzde 22 büyürken, Türkiye ekonomisi ancak yüzde 10,2 büyüdü. Bu açıdan değerlendirildiğinde, 2010-2017 yılları arasında Türkiye ekonomisinin koştuğunu ancak rakiplerinden ya da dünya genelinden daha hızlı koşamadığını söyleyebiliriz.

Ekonomi geneli değil de imalat sanayisi açısından değerlendirildiğinde ise karşımıza farklı bir tablo çıkıyor. 2010 yılında Türkiye imalat sanayinin ekonomi içerisindeki payı yüzde 15 iken, bu oran 2017 yılında yüzde 18’e yükseldi. Dünya genelinde bu oran 2010 ve 2017 yıllarında yüzde 16 olarak sabit kaldı. Bu veri bize, son yedi yılda Türkiye’de imalat sanayisinin performansının dünya ortalamasıyla karşılaştırıldığında daha iyi olduğunu söylüyor.

Bu noktada sorulması gereken soru, milli gelirin içinde yüzde 18’lik bir büyüklüğe sahip imalat sanayi yeterli mi? Yoksa bu oran düşük mü?

Türkiye’nin eşleniği olan ülkelerin oluşturduğu orta-yüksek gelir grubunda yer alan ülkelerde imalat sanayisinin milli gelirden aldığı payın yüzde 21 olduğu göz önünde bulundurulduğunda, yüzde 18’lik rakamın yeterli olmadığı ve bu rakamın öncelikle yüzde 20 ve üzerine çıkarılması gerektiği anlaşılıyor. Peki, sanayinin göreli performansı iyi olmasına rağmen Türkiye ekonomisinin genel performansı neden yetersiz kalıyor? Büyüme üzerinde etkili olan hangi unsur bizde eksik durumda? Bugünün ve yarının en önemli sorusu, işte bu sorudur. Özellikle yeni bir yönetsel modelin uygulamaya konduğu, buna bağlı olarak devlet aygıtının yeniden düzenlendiği bu dönemde, büyümenin ve büyümenin bileşenlerinin yeniden ele alınması çok daha kolay olacak. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ilk kabinesinin belli olmasından sonra kuşkusuz ekonomi politikaları da yeniden ele alınacak. Bu dönüşüm süreci, Türkiye açısından çok önemli bir fırsat olarak değerlendirilmeli. Yeni bir anlayışla baştan aşağı zihinsel bir değişim yerine, mevcut durumun devamı niteliğinde küçük düzenlemelerin uygulamaya konulması, istenilen sonucu elde etmemize ne yazık ki imkân tanımayacak. Türkiye’deki ekonomi politikasının baştan aşağı yenilenmesi gerekiyor. Başta yatırım teşvik sistemi olmak üzere tüm teşvik sisteminin yeni baştan kurgulanması, katma değer ve verimliliği destekleyen bir modele geçilmesi gerekli. Bugüne kadar kamusal kaynakların bölgesel gelişme adına az gelişmiş bölgelere yönlendirilmesi, Türkiye’yi belirli bir noktaya getirdi ve etkili de oldu. Ancak bu noktadan sonra kamusal kaynakların farklı bir dağıtım modeline göre tahsis edilmesi gerekiyor. Nasıl ki son dönemde uygulamaya konulan “proje bazlı teşvik sistemi” ile Türkiye’de üretimi olmayan ve ithalata konu olan ürünlerin Türkiye’de üretilmesi teşvik edilmiş ise tersine bir bakış açısıyla Türkiye’de üretimi olan ürünlerde tamamen yenilikçilik, katma değer yaratıcı, Türkiye’yi teknolojik olarak sıçratacak olan her türlü faaliyet de desteklenmeli. Her ne kadar Türkiye milli gelir olarak orta-yüksek milli gelir grubuna mensup ülkeler arasında yer alsa da teknolojik olarak ele alındığında çok ciddi bir sıralama kaybı söz konusu: Örneğin 2016 yılı Dünya Bankası rakamlarına göre Türkiye’nin imalat sanayisi ihracatı içerisinde ileri teknolojinin payı ancak yüzde 2 civarındaydı. Dünya genelinde ise bu oran yüzde 17,9’du. Ekonomik büyüklük olarak dünyanın en büyük 20 ekonomisi ele alındığında, Türkiye bu oranla en kötü ülke konumunda bulunuyor. Türkiye’nin, dünyanın ileri teknoloji ihracatından aldığı pay ise binde 1 civarında. Bu rakam, hiçbir şekilde, dünyanın en büyük 16’ncı ekonomisi konumundaki Türkiye’nin pozisyonuna yakışır değil. Ancak bu noktada yapılan bir temel hatanın altının çizilmesi de gerekli: Türkiye’de ileri teknoloji sorunu yalnızca ihracatın bir sorunu olarak ele alınmakta ki aslında sorun ihracatın değil imalatın sorunudur. Yani Türkiye’de ileri teknolojili imalat yetersizdir. İleri teknolojili imalatın yetersiz olmasının nedeni ise Ar-Ge yetersizliğinden kaynaklanıyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde ileri teknolojili üretim kendi kendine ortaya çıkmadı. Öncelikle yapılan Ar-Ge faaliyetleriyle tarlaya tohum ekildi, sonrasında tutan ve yeşeren tohumlardan ileri teknolojili imalat gerçekleştirildi. Türkiye’de ise Ar-Ge faaliyetleri ne yazık ki her türlü teşvik ve desteğe rağmen istenilen düzeye ulaşamadı. 2005-2015 yılları arasında dünya genelinde yapılan Ar-Ge’nin milli gelire oranı yüzde 2,23 iken yüksek gelirli ülkelerde bu oran yüzde 2,56, orta-yüksek gelir grubunda yüzde 1,66 idi. Türkiye’de ise 2005-2015 yılları arasında bu oran yüzde 1,01 olarak gerçekleşti. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Ar-Ge harcamalarını, mevcut durumunun en az 1,2 kat üzerine çıkarması gerekmekte ki ancak bu durumda dünya ortalamasını yakalama şansı elde edebiliriz.

Peki, bu Ar-Ge rakamının elde edilmesi için Türkiye’nin yeterli araştırmacısı var mı?

Bu araştırmacıların kapasiteleri yeterli mi? Bu sorunun cevabını bulmak için de Türkiye’nin durumunun dünyanın ilk 20 ekonomisi ile karşılaştırılmasına bakmalıyız. Dünya’nın ilk 20 ekonomisinde, milyon kişi başına düşen araştırmacı sayısı 2 bin 935’tir. Türkiye’de ise bu rakam bin 157 olarak açıklanıyor. Yani, nitelikleri bir yana, ülkemizdeki araştırmacı sayısı da yeterli değil. Bir diğer gösterge ise milyon kişi başına düşen teknisyen sayısıdır. İlk 20 ekonomi ortalamasında, milyon kişi başına düşen teknisyen sayısı bin 52 iken Türkiye’de milyon kişi başına düşen teknisyen sayısı sadece 207. Bu iki rakam ışığında, Türkiye’de Ar-Ge faaliyetlerini gerçekleştirecek olan personelin yetersiz olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır.

Ar-Ge faaliyetlerinin temelini teşkil eden bilimsel ve teknik makale sayısı ise bir ülkedeki araştırmacıların niteliğini ortaya koyan en temel göstergelerin başında gelir. Dünya Bankası’na göre 2016 yılında Türkiye’de 33 bin 902 bilimsel ve teknik makale yayınlanırken, dünyanın ilk 20 ekonomisinde bu rakam ortalamada 89 bin 300’dür. Yani neredeyse Türkiye’nin üç katı civarındadır.

Özel sektörün katma değer ve yenilikçilik kapasitesini göstermesi açısından en önemli üç gösterge olan marka, patent ve tasarım başvurularında Türkiye’nin durumunu, ilk 20 ekonomi ile karşılaştırmalı analiz etme imkânına da sahibiz. Marka başvurusunda Türkiye oldukça iyi durumda: İlk 20’de yer alan ekonomiler içinde, üç tanesi dışında Türkiye’nin marka performansı daha iyi görünüyor. Benzer şekilde endüstriyel tasarım başvurularında da Türkiye’nin durumu iyi sayılabilir. 2016 yılı verilerine göre Türkiye’de, ilk 20 ekonomide Çin, Almanya ve Güney Kore haricindeki diğer ülkelerden daha fazla başvuru gerçekleşirken, konu patente geldiğinde ibre tersine dönüyor. 2016 yılında Türkiye’de gerçekleşen patent başvurusu sayısı, ilk 20 ekonomiden yalnızca beşini geride bırakmış. Diğer 15 ekonominin performansı Türkiye’nin oldukça ilerisinde görünüyor. Tüm bu veriler ışığında, Türkiye ekonomisinin halen endüstriyel tasarım aşamasında olduğu, patent faaliyetleri konusunda istenilen noktadan oldukça uzak olduğumuz söylenebilir.