İNGİLİZ İKTİSATÇI JOHN MAYNARD KEYNES, 1930’DA YAPTIĞI “TORUNLARIMIZ İÇİN EKONOMİK OLASILIKLAR” BAŞLIKLI KONUŞMASINDA BİR ÖNGÖRÜDE BULUNMUŞ VE 2030’DA HAFTADA SADECE 15 SAAT ÇALIŞACAĞIMIZI ÇÜNKÜ BATI EKONOMİLERİNDEKİ YAŞAM STANDARDININ 100 YILDA DÖRT KAT ARTACAĞINI SÖYLEMİŞTİ. YAŞAM STANDARDI GERÇEKTEN YÜKSELSE DE KEYNES’İN ÇALIŞMA SÜRESİ ÖNGÖRÜSÜ SİZCE NEDEN GERÇEKLEŞMEMİŞ OLABİLİR?
Büyük Buhranın küresel ekonomiyi ciddi şekilde etkilediği bir dönem de İngiliz iktisatçı Keynes, İspanya’da bir konferans veriyordu: “Torunlarımız için Ekonomik Olasılıklar” başlığıyla yaptığı konuşmada, adından da anlaşılacağı gibi ekonomideki olasılıklardan bahsetti. O dönemde İspanya'da, pek çok ülkede olduğu gibi işsizlik zirve yapmış ve ekonomik sıkıntılar yükselmişti. İç savaşın hemen arifesinde, faşizmin güçlendiği ve Sovyetler Birliği modelinin tartışıldığı günlerdi. Böyle bir atmosferde bir ekonomistten beklenen elbette ki bunlardan bahsetmesiydi. Buna karşın Keynes, 2030 yılına gelindiğinde, yani 100 yıl sonra insanlığın o zamana kadar göreceği en büyük zorluğu açıkladı: “Boş vakitlerimizde ne yapacağız?” Keynes’in iddiasına göre, aradan geçen 100 yılda Batı ekonomilerinin yaşam standardı en az dört katına çıkacaktı. Bunun sonucunda da 2030 yılına geldiğimizde haftada sadece 15 saat çalışacaktık. Üstelik Keynes, bu fikrinde yalnız değildi. Kendisinden önce de önemli isimler “sınırlı çalışma saatinin” gelecekte hayata geçirileceğini iddia etmişti. Benjamin Franklin, zamanı geldiğinde sadece dört saatlik bir çalışma gününün yeterli olacağını söylemişti. Karl Marx da herhangi bir mesleği icra etmeksizin yalnızca temel ihtiyaçların giderilip yaşam sürülebilecek zamanı dört gözle bekliyordu. Keynes ile aynı dönemde yaşayan John Stuart Mill ise artan servetin en büyük faydasının boş vakit olacağını iddia ediyordu. Bu görüşten hareketle Mill, teknolojinin çalışma günlerinin olabildiğince azaltılması için kullanılması gerektiğini söylüyordu. Gelin görün ki 19’uncu yüzyılın inanılmaz büyümesinin motoru olan Sanayi Devrimi, beklenenin aksine boş vakti tersine çevirdi. 1300’lü yıllarda bir İngiliz çiftçi yaşamını sürdürebilmek için yılda 1.500 saat çalışırken, Sanayi Devrimi döneminde bir fabrika işçisi ayakta kalabilmek için 3.000 saatten çok daha fazla çalışmak zorundaydı. Sanayinin geliştiği kentlerde haftalık çalışma süresi 70 saate ulaşabiliyordu. Günlük çalışma saatini sınırlamayı başaran ilk sektör Avusturalyalı taş duvar ustaları oldu. 1900’lü yılların başına geldiğimizde kimi ülkelerde haftalık çalışma saati 60 saatin altına inmişti. Hatta Bernard Shaw’a göre, bu şekilde giderse 2000 yılına gelindiğinde işçilerin sadece iki saat çalışmaları geçinmelerine yetecekti. Başlangıçta sermaye de bu duruma ayak uydurmaya çalıştı. Haftada beş iş günü çalışma modelini ilk uygulamaya koyansa Henry Ford oldu. “Daha az çalışma gününün” çalışanların üretkenliğini artırdığını keşfeden Ford, aynı zamanda bu şekilde işçilere arabalarını satın alabileceği zaman da veriyordu. 1933 yılında haftalık 30 saatlik çalışma getiren yönetmelik ABD Senatosu’ndan geçmesine rağmen Temsilciler Meclisi’ne takıldı. Aradan geçen beş yıldan sonra “Beş çalışma gününü” koruyan yasa yürürlüğe girdi. 1956’da ise Başkan Yardımcısı Nixon “Yakın bir gelecekte haftada sadece dört gün çalışılacağı” vaadini dile getirdi. Nixon’a göre, yakın zamanda tüm işi makineler yapacaktı. Aynı dönemde, düşünce kuruluşlarının başında gelen RAND Corporation da nüfusun sadece yüzde 2’sinin ülkenin geri kalan tüm ihtiyacını karşılaşabileceği bir dünya ön görüsünde bulunurken, bilim kurgu yazarı Isaac Asimov ise 2014 yılında sıkıntının yaygınlaşacağını, ciddi zihinsel, duygusal, toplumsal sorunların ortaya çıkacağını, “zorunlu bir serbest vakit” sürecinde bulunan milyonlarca insanın ne yapacağını düşünmek zorunda kalacağını iddia etmişti. 1970’ler de sosyologlar “çalışmanın son bulacağı” dönemden o kadar eminlerdi ki, ABD İçişleri Bakanlığı 1974’te “Boş vakit geleceğin en çok düşünülen sorunu haline dönüşebilir.” diyordu. Gerçekten de Keynes haklı mı çıkacaktı? 1980’lere gelindiğinde çalışma saatlerindeki azalma aniden durdu. Ekonomik büyüme boş vakitle değil daha çok mal üretimiyle anılır hale geldi. ABD, Birleşik Krallık, Norveç, İspanya gibi ülkelerde haftalık çalışma saatleri arttı. Feminist akımların etkisiyle kadınların iş gücüne dâhil olmaları “aile bireylerinin toplam çalışma sürelerini” de artırdı. Öyle ki 2010 yılında ABD iş gücü piyasasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez kadınlar ağırlıklı hale gelmişti. Kadınların emek piyasasına girmesiyle birlikte erkeklerin daha az çalışması bekleniyordu ancak ne yazık ki öyle olmadı. Dünyanın en az çalışma saatine sahip olan ülkesi Hollanda iş gücünün 4’te 3’ü zaman baskısı yüzünden bunaldığını söylerken, 4’te 1’i de alışkanlık olarak fazla mesai yapıyordu. 2000’lerin başından itibaren robotlar, otomasyon ve yapay zekânın iş gücüne etkileri tartışılmaya başlandı. Görünüşe göre robotlar gelecekte bazı görevleri devralabilirdi, hepsini değil. Bu da kuşkusuz daha üretken olunacağı anlamına geliyordu. Her halükârda robotlar mesleklerimizi yok etmeyecek çünkü çoğu meslek en azından gerçek bir insan gerektiren görevler içeriyor. Yine de beyaz yakalı robotlar, gereken kişi sayısını azaltacaktır. Forrester tarafından yürütülen yakın tarihli bir çalışmada ABD’deki tüm işlerin yüzde 16’sının önümüzdeki 10 yıl içinde otomasyon yoluyla gerçekleşeceğini iddia ediliyor. Aynı çalışmada, günümüzdeki işlerin yüzde 9’una karşılık gelecek şekilde yeni işlerin de otomasyon süreci tarafından yaratılacağı belirtiliyor. Sonuç olarak Keynes’in öngörülerinden halen uzağız. Ancak kesin olan şu ki, dijitalleşmenin doymak bilmez hızı düşünüldüğünde bu değişimler “profesyonel hizmet sektörü işlerini”, 20’nci yüzyılda imalat sektörünü ve 19’uncu yüzyılda tarım sektörünü yıkıma uğratan küreselleşmeden çok daha hızlı şekilde etkileyecek.