SON DÖNEMDE BASINDA YER BULAN HABERLERDE REKABET KURUMU TARAFINDAN YENİ BİR ŞİRKETE REKABET SORUŞTURMASI AÇILDIĞINI SIKLIKLA GÖRÜYORUZ. BU SAYIDA, DÜNYADA REKABET KANUNLARINA NEDEN İHTİYAÇ DUYULDUĞUNU VE HANGİ SÜREÇLERDEN GEÇEREK BUGÜNE GELİNDİĞİNİ KISACA İNCELEYECEĞİM. YAZININ SONUNDA İSE REKABET KURALLARINA UYUMUN NEDEN TEŞEBBÜSLER İÇİN BİR YASAL ZORUNLULUĞUN ÖTESİNDE İHTİYAÇ HALİNE GELDİĞİNİN TESPİTİNİ YAPACAĞIM.

Nedir rekabet? “Her bir rakibin motivasyonunu sağlayan kuvvetin kendi çıkarlarını takip etmesinden kaynaklandığı varsayımına dayanan kapitalist piyasalardaki ticari güçlerin yarışıdır” olarak tanımlanan rekabette, piyasadaki firmaların en iyi olmak için birbirlerine karşı verdikleri yarışın kaderini, tüketicilerin satın alma sürecinde verdikleri kararlar belirler1. Ancak yarıştan tüm yarışan firmaların galip çıktığı, buna karşılık mağlubiyeti tüketicilerin yaşadığı durumlar da yok değildir. Piyasadaki ticari aktörlerin kartelleşmek suretiyle ortak bir düşman olarak “müşterileri” belirlemeleri, yarışın istenmeyen sonucudur2. Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği (The Wealth of Nations) adlı eserinde belirttiği üzere; rakip teşebbüsler nadiren bir araya gelirler, ancak bir kez bir araya geldiklerinde, bu birliktelik toplum aleyhine anlaşmalarla sonuçlanır. Bu anlaşmalardan “açık kartel anlaşması” (hard core cartel) olarak nitelendirilen anlaşma türü; üretim düzeyinin sınırlandırılması, coğrafi ve ürün pazarlarının paylaşımı, kota ya da fiyatların belirlenmesi suretiyle ticaret şartlarını teşebbüsler lehine değiştiren hükümler içerir3. Kartelleşmiş sağlıksız bir ekonominin, totaliter rejimlerin kurulmasını kolaylaştırdığı genel kabul görmüş bir olgudur. Örneğin Hitler’in önemli bir güç olarak doğmasında, Alman kartellerinin yardımı göz ardı edilemeyecek boyuttadır. ABD’liler, Alman endüstrisindeki kartelleşmenin faşizme ve ardından savaş makinelerine dönüşerek İkinci Dünya Savaşı’na kaynak teşkil ettiğini doğru bir şekilde saptamışlardır4. 1938 yılında Roosevelt’in “İnsanlar özel güçlerin büyümesine, demokratik devletin kendisinden daha güçlü oluncaya kadar göz yumuyorlarsa, özgürlükçü demokrasi güvende değildir.” ifadesi, bu düşüncenin bir yansımasıdır5. Benzer şekilde Pitofsky de, demokrasi ile rekabetin birbirinden ayrılmaz iki unsur olduğunu ifade ettikten sonra, ekonomik yaşamın az sayıda firmanın kontrolüne geçmesi durumunda devletin ekonomik hayattaki söz hakkının sona ereceğini belirtmiştir6. Bu yönüyle kartelleri özünde, yerleşik otoriteyi sarsabilecek güçte özel devletler olarak görmek mümkündür8. 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde ABD ekonomisinde tröst8 ve karteller önemli bir yere sahiptiler. 1904 yılında tröstlerin, ABD sanayi kuruluşlarının toplam sermayelerinin yüzde 40’ını ellerinde bulundurduğunu biliyoruz9. Bir diğer istatistiğe göre yine 1904 yılında ABD’deki 26 tröstün, faaliyet gösterdikleri sektörlerdeki pazar payı yüzde 80 idi11. Büyük özel girişimlerin hâkim olduğu kapitalist piyasa tecrübesi, ABD’lilerin, söz konusu ekonomik güçlerin sosyal açıdan yıkıcı yönlerini, diğer ülkelerden çok daha önce fark etmesini sağlamıştır. Nitekim rekabetçi piyasa yapısının teminine yönelik yasal düzenlemeler pek çok ülkede ancak 20’nci yüzyılın ilk yarısından itibaren yürürlüğe girerken, ABD’de bu düzenlemelerin başlangıç tarihi 19’uncu yüzyılın son çeyreğine kadar uzanır. ABD’de kartelleşmeye yönelik rekabet karşıtı anlaşmalar, uygulamalar ve birleşmelerin topluca “Sherman Act” ile düzenlendiğini görüyoruz. Sherman Kanunu’nun yasalaştığı dönemde Kongre, gücün çevreye yayılmasını önemli bir amaç olarak görüyordu11. Senatör Sherman da tasarısını bu temelde savunmuştur: “Eğer biz, bir krala politik bir güç olarak tahammül edemiyorsak; yaşamsal gereklerin üretimi, dağıtımı ve satışı üzerinde söz sahibi bir krala da imkân tanımamamız gerekir. Nasıl ki bir imparatora boyun eğmediysek, rekabeti sınırlayan ve ürün fiyatını belirleyen ticari despotlara da boyun eğmemeliyiz12.” Kıta Avrupası’ndaki düzenlemelerde vurgu “ekonomik bağımsızlık” üzerine olmuştur. Avrupa Komisyonu’nun, rekabeti kısıtlayan anlaşmaları yasaklayan Roma Antlaşması’nın 81(1) maddesine (eski 85’inci madde) yönelik uygulamalarında rekabetin kısıtlanması tanımı, piyasadaki aktörlerin “ekonomik bağımsızlıklarının” kısıtlanması üzerine inşa edilmiş görünüyor. Bu durum, rakiplerin ya da tüketicilerin ekonomik bağımsızlıklarını kısıtlayan belirli anlaşma türlerinin, piyasadaki rekabet düzeyine esaslı ölçüde olumsuz etkisi olmamasına rağmen rekabet ihlali olarak kabul edilmesine sebep olmuştur. İlerleyen süreçte ne yazıkki demokrasi, ekonomik özgürlük ve rekabet kanunları arasındaki bağ kopmuş, konu yalnızca ekonomik bir suç olarak görülmeye başlanmıştır. Neoliberal politikaların etkisiyle 1990’lı yıllarda, başta kartelleşme olmak üzere rekabeti kısıtlayan davranışlarla mücadele amaçlı rekabet hukuku ve uygulamaları dünyada popüler hale gelmiş, Türkiye’de dâhil olmak üzere pek çok ülkede rekabet hukuku mevzuat olarak yerini almış, bu yasayı uygulamaya yönelik bağımsız idari otoriteler kurulmuştur. Ülkemizde 1994 yılına yürürlüğe giren 4054 Sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’un mehaz AB düzenlemelerini esas alarak kanunlaştırıldığını, devam eden süreçte ikincil düzenlemeler de dahil olmak üzere AB’nin uygulamalarının ülkemiz rekabet kurallarının gelişiminde etkili olduğunu görüyoruz. Özerk bir kurul olan Rekabet Kurumu’nun sorumluluğunda yürüyen rekabet kurallarının son dönemde çok daha sıkı uygulandığı, basında sürekli duyduğumuz ve hemen hemen her sektörde gördüğümüz rekabet soruşturmalarından anlıyoruz. Bunun sonucunda son döneme kadar yalnızca pazar gücünü elinde bulunduran şirketlerin radarında olan Rekabet Hukuku, artık kurumsal olarak faaliyet gösteren tüm teşebbüslerin uyum sağlaması gereken bir konu haline geldi. Rakiplerle iletişim kurmanın sınırlarından tutun da bayilerle olan ticari ilişkilerde izin verilen sınırlamalara kadar pek çok konu doğrudan ya da dolaylı olarak Rekabet Kanunu’nun kapsamına giriyor. Dolayısıyla rekabet kurallarına uyum için gerekli tedbirlerin zamanlıca alınması, sonrasında çözümü güç sorunların ortaya çıkmasını engelleyen yegâne seçenek olarak karşımıza çıkıyor.
 

1  Erdal Türkkan, “Rekabet Teorisi ve Endüstri İktisadı”, Turhan Kitabevi, Birinci Basım, Ankara, 2001, s.83.
2  Lysine kartelinin FBI tarafından kaydedilen gizli kamera görüntülerinde bir şirket yöneticisinin, “Rakiplerimiz dostumuz; müşterilerimiz ise düşman
larımızdır.” ifadesini kullanması, kartellerdeki düşman anlayışının boyutlarını ortaya koyuyor.
Peter Molgaard, “Must Trust Bust?”, Copenhagen Business School, Department of Economics, Working Paper 02-2002, 2002, s.4.
3  Bkz. OECD, “Recommendation of the OECD Council, Concerning Effective Action Against Hard Core Cartels”, C/M(98)7/PROV, 1998, m. 2/a.
4  H. Gökşin Kekevi, “Anlaşma, Uyumlu Eylem ve Birlikte Hakim Durumun Kötüye Kullanılmasında Kolaylaştırıcı Eylemler”, Rekabet Kurumu Uzmanlık
Tezleri Serisi No: 21, Ankara, 2003, s.16.
5  Sonya M. Willimsky, “The Concept(s) of Competition”, ECLR, C. 18, Sayı 1 (1997), s.54.

6  Robert Pitofsky, “The Politicial Context of Antitrust”, University of Pennsylvania Law Review, 127, Sayı 4 (Nisan 1979), s.1051.
7  Wendell Berge, “Cartels: Challenge to a Free World”, Public Affairs Press, Washington, 1944, s.3.
8  Tröst, aynı piyasada faaliyet gösteren teşebbüslerin, piyasaya hâkim olmak amacıyla, ekonomik ve hukuksal
bağımsızlıklarını kaybederek tek bir teşebbüs bünyesinde birleşmeleridir.
9  Henry R. Seager, Charles A. Gulick, “Trust and Corporation Problems”, New York Harper & Brothers, New
York, 1929, s.61.
10  John Moody, “The Truth About the Trusts”, Moody Publishing Co., New York, 1904, s.487.
11  Frederic M. Scherer, “The Posnerian Harvest: Seperating Wheat from Chaff”, Yale Law Journal, C.86, N.5
(1977), s.980.
12  Bkz. Hans B. Thorelli, “The Federal Antitrust Policy”, The Johns Hopkins University Press, Baltimore, 1955,  s.166.