Aile şirketinde görev alan üçüncü kuşakların zaman içinde bireysel kimliklerini kaybederek tüzel kişiliğe dönüştüklerini savunan...
Aile şirketinde görev alan üçüncü kuşakların zaman içinde bireysel kimliklerini kaybederek tüzel kişiliğe dönüştüklerini savunan Mustafa İhsan Aybakar, kendisinin işi değil, işin kendisini seçtiğini belirtiyor. Aybakar, ikinci kuşağa; “Çocuklarınızı fanusta büyütm eyin; uğraşmayı, çalışmayı, 1 liranın değerini öğretin. Ya da siz bırakın onlar öğrenirler” tavsiyesinde bulunuyor.
Selanik göçmeni bir ailenin çocuğu olan İhsan Aybakar’ın 1932 yılında kurduğu ve bugün 40 ülkeye ihracat yapan Aybakar markası artık üçüncü kuşağa emanet. Dedesiyle aynı ismi taşıyan Mustafa İhsan Aybakar, dedesi ve babasından aldığı mirası daha yükseklere taşımayı hedefliyor. Üçüncü kuşağın iş dünyasında yaşadığı zorlukları kendi özelinde paylaşan Mustafa İhsan Aybakar, ikinci kuşağa da tavsiyelerde bulundu.
Kısaca sizi tanıyabilir miyiz? Mustafa İhsan Aybakar kimdir?
1983’te Ankara’da doğdum. Ortaöğrenimimi Tevfik Fikret Lisesinde Fransızca olarak tamamladım. Kanada’da Ottawa Üniversitesinin makine ve bilgisayar mühendisliği bölümlerini çift anadal eğitimi alarak bitirdim. İyi derecede İngilizce, Fransızca ve Arapça biliyorum. 2007 yılında Türkiye’ye döndüm ve aile şirketimizde iş hayatına atıldım.
Aile şirketinde görev alma serüveniniz nasıl başladı? Şirket içinde hangi görevleri üstlendiniz?
Aile şirketinde, siz işinizi seçmiyorsunuz işiniz zaten sizi seçmiş oluyor. İlk aklıma gelen, yedi yaşındayken fabrikada yerleri süpürdüğüm ve babamdan haftalık para aldığımdır. İşin sizi seçmesinin sonucu olarak da o işi uygun şekilde yaşayabilmeniz ve işin gerektirdiği yetkinlikleri edinmeniz gerekiyor. Örneğin annem Tunus’ta bir müşteriyle pazarlık ederken tercümanının onu kandırdığını fark ediyor. Bunun üzerine müşteriye “Pazarlıkları yarıda bırakalım bir yıl sonra geri geleceğim ve o zaman oğlum Fransızca biliyor olacak!” diyerek oradan ayrılıyor.
Türkiye’ye dönünce okulumu değiştirdi ve bir sene sonra annemle Tunus’a gittik. 12 yaşındayken milyon dolarlık bir iş görüşmesinde tercümanlık yaptım ve sözleşmeyi imzalayarak geri geldik. Şirketin operasyonel işlerinde yer almam ise üniversite eğitimimle birlikte başladı. Okulum nisan sonunda tatil oluyordu ve eylüle kadar Türkiye’de kalıyordum. İlk yaz tatilimde satın alma departmanında çalıştım ve 5 bin dolar limitim vardı. İkinci yıl bu 50 bin dolara çıktı. Sonrasında sırasıyla CNC operatörlüğü ve üretim planlamada görev aldım. Mezun olduktan sonra ilk zamanlarda üretim planlamada çalışıyorum. Şimdi daha çok teknik satış ağırlıklı görevleri üstleniyorum.
Türkiye’nin alanında önemli üreticilerden biri olan Aybakar firmasında görev almak size neler kattı?
Ben işi seçmedim iş beni seçti. Aslında “Kural budur illa bu işi yapacaksın!” diye bir zorlama olmadı ama benim de başka bir arayışım ya da beklentim olmadı. Küçüklüğümüzden beri bu düzenin bir şekilde içinde olmamızdan olsa gerek işi fazlasıyla benimsemiştik. Altı yaşında arkadaşlarım itfaiyeci veya astronot olmayı, ben ise makineciliği hayal ediyordum. Makine üretimi ilginç bir iştir. Birşeyleri yoktan var ediyorsunuz. Mezun olup Türkiye’ye döndüğümde elime ciddi bir proje verdiler ve “Bu işi sen yapacaksın ve kimseden yardım almayacaksın!” dediler. Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi oldu. O zaman çok kızıyordum ama şimdi orada edindiğim deneyimin faydalarını yaşıyorum. Bahsettiğim proje Suriye’nin en büyük un fabrikasıydı. Çalıştık, çizdik, hesapladık, makinaları ürettik, yerine koyduk ve sistemi çalıştırdık. Orada aldığınız haz inanılmazdı. Fabrika çalıştığında duvara arkamı yaslayıp mutluluktan üç saat ağladığımı hatırlıyorum.
Aile şirketinde çalışmanın zorlukları ve avantajlı yanları nelerdir? Sizden beklentiler hangi düzeydeydi? Ötelediğiniz hayalleriniz oldu mu?
Bir aile şirketiniz olunca bireysel kimliğinizi zamanla kaybetmeye başlıyorsunuz ve tüzel kişiliğe dönüşüyorsunuz. Mesela annemle ve kardeşlerimle konuşmalarım diğer insanların aileleriyle konuştukları konular olmadı hiçbir zaman. Biz, hiçbir zaman komşuların yeni arabalarını veya hava durumunu konuşamadık. Her konuşma merhabalaşmayla başlar sonrasında o proje, bu müşteri, şu fabrika olarak devam ederdi. Genelde yönetim kurulu kararları dedemin evindeki pazar kahvaltılarında alınırdı. Her şeyiniz şirketin bir parçası oluyor. Anneme “Kız arkadaşımla evlenmek istiyorum!” dediğimde aldığım cevap: “Üç fabrika sat ondan sonra gel yanıma!” oldu. Bence, bireysel kimliğin tüzel kimliğe dönüşmesinin en güzel örneği budur. Bizden beklentiler hep en yüksekteydi. Mesela gidip yurt dışında bir ay kalıyorsunuz ve sonunda elinizde süper bir sözleşmeyle geri geliyorsunuz. “Ya ben gittim şöyle süründüm, böyle uğraştım!” diye anlattığımda annem şöyle bir bakar ve “Tabii ki yapacaksın sizi niye doğurdum!” der ve geçer. Sorumluluklarımız da aynı şekilde gelişti, düşünsenize 20 yaşındayken anneniz elinize kaşeyi veriyor ve artık senin imzan benim imzam, senin sözün benim sözüm diyor. Herkes gibi birçok hatalar yaptım. Burada en önemlisi hiçbir zaman annem “Benim oğlum hata yapmış, bu böyle olmaz!” demedi. “Altında imzamız var, sorun değil!” deyip devam etti. Ötelediğim hayallerim olmadı işin doğrusu. Babamı kaybettiğimde dokuz yaşındaydım. Her çocuğun hayali babası gibi olmak değil midir? Ben de o yoldan yürümeye çalışıyorum.
Ülkemizin köklü firmalarından birinin üçüncü kuşak yöneticisi olarak Türkiye’nin makinecilik serüvenini nasıl görüyorsunuz? Nereden nerelere ulaştı, hedefleri neler olmalı?
Türkiye’nin teknoloji anlamında son 30 yılda aldığı yol inanılmaz. Bugün çok farklı sektörlerde global boyutta çalışan birçok firmamız var. 30 sene öncenin ufak atölyeleri artık birer fabrika oldu. Endüstri hızla gelişiyor. Ne kadar yol katettiğimize bakmaktansa “Nasıl daha ileriye gidebiliriz?” diye düşünmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu noktada da teknoloji yaratıyor olmak önemlidir. Biz hala “Başkalarının teknolojilerini daha ucuza nasıl yapabiliriz?” sorusuna yanıt arıyoruz. 20 yıl önce bir İtalyan firması için üretim yapıyorduk. Makineleri tamamlayınca İtalyan mühendis gelip makinaları kontrol ediyor ve etiketlerini takıyordu. Bizim 10’a sattığımız makinayı onlar 30’a satıyordu. Bu sadece şirketim veya sektörümüz için değil, bütün sanayimiz için geçerli bir durumdu. Bizim bu ürünleri 30’a satabilen hale gelmemiz gerekiyor.
Aybakar’ın geleceğine yönelik hedefleriniz neler? Şirketinizi taşımak istediğiniz nokta nedir?
Bundan 15 yıl önce hedefimiz global olmaktı. Bugün 40 ülkeye ihracat yapıyoruz. Haritada yerini gösteremeyeceğiniz, adını daha önce duymadığınız ülkelerde makinelerimiz çalışıyor. Sektörün global anlamda ilk beş firmasından biriyiz. Bu yıl ciddi yatırımlar yaptık ve artık daha yükseğe oynayabilecek hale geldik. Tabii ki daha yükseğe ulaşmak istiyoruz. Bunun yanı sıra artık kendi patentlerimiz ve bir Ar-Ge grubumuz var. Başkalarının teknolojilerini uygulamaktansa kendi teknolojimizi daha yüksek seviyelere taşımak istiyoruz.
İş yaşamı dışında kişisel hobileriniz var mı? Sizin gibi aile şirketinde yöneticiliğe hazırlanan üçüncü kuşaklara tavsiyeleriniz neler olur?
Geçtiğimiz yılın 165 gününü yurt dışında geçirdim. Dolayısıyla kişisel özgürlüklere sahip olmak çok zor ama medeni hayatın gereği kitap okuyorum, müzik dinliyorum, araştırma yapmayı seviyorum. Üçüncü kuşaktan çok ikinci kuşağa tavsiyelerde bulunmanın yararlı olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de aile şirketlerine bakıldığında bizden önceki kuşağın imkanları daha sınırlı olduğu görülüyor. Dolayısıyla çocuklarına “Benim yoktu, çocuğumun olsun!” mantığıyla yaklaşıyorlar. Buradaki duygusal yaklaşımı anlıyorum ama bir yandan da her istediği eline verilen bir çocuğun bu zorlu ticari yaşamda başarılı olma şansı azalıyor. Annemin bu konuda yaklaşımının (o zaman çok kızsak da) bugün bana çok şeyler kattığını düşünüyorum. Çocukken bile gitar veya bilgisayar istiyorsam iki dönem üst üste takdir belgesi almam gerekiyordu. Bu yaklaşımın bana sorumluluk bilincini ve bir şeyi elde etmek için çalışmak gerektiğini öğrettiğini düşünüyorum.
Üniversiteyi yurt dışında okumayı çocukluğumdan beri istiyordum. Annem şart koşmuştu: “Türkiye’de aynı bölümü kazanamazsan seni yollamam!” diye. Ben sınavın önemi olmadığını bile bile iki sene dersaneye gittim. Okula giderken de annem “Sadece okul paranı veririm gerisine karışmam!” dedi. Öğrenciyken bulaşık yıkadım, pizzacıda çalıştım, ders verdim, kısacası Türkiye’de elimi sürmeyeceğim bir sürü iş yaptım. O zaman annemin yaklaşımına kızarken şimdi aynı şeyi çocuğuma yapmayı planlıyorum. Bunları anlatırken varmak istediğim nokta ya da ikinci kuşağa tavsiyem şudur: Çocuklarınızı fanusta büyütmeyin; uğraşmayı, çalışmayı, 1 liranın değerini öğretin. Ya da siz bırakın onlar öğrenir.