“Sizi bir kıvılcım olarak gönderiyorum, volkan olup dönünüz!” Yetenekli öğrenciler Atatürk’ün bu sözleriyle Avrupa’nın çeşitli ülkelerine uğurlanır. Amaç, Cumhuriyet...

“Sizi bir kıvılcım olarak gönderiyorum, volkan olup dönünüz!” Yetenekli öğrenciler Atatürk’ün bu sözleriyle Avrupa’nın çeşitli ülkelerine uğurlanır. Amaç, Cumhuriyetin kalifiye eleman ihtiyacına cevap bulmak ve Batı tarzında eğitim almış yeni bir nesil yetiştirmektir. 1925-1945 yıllan arasında çeşitli branşlarda Avrupa’da eğitime gönderilmiş 40 kişi arasında Türk sanayisinin gelişimine öncülük etmiş isimler de buluyor. Moment Expo’nun Ekim sayısında birçoğu aramızdan ayrılmış olan bu isimlerin yaşam öykülerine yer vermeye çalıştık.

NÜVİT ARICAN

TEKSTİL MÜHENDİSİ 1936-1945, ALMANYA

Nüvit Arcan, 1918’de İstanbul’da doğdu. Bursa ve İzmir’deki ilköğreniminin ardından Galatasaray Lisesi’ne girdi. Buradan 1936 ylunda mezun olan Arıcan, Sümerbank’’ın açtığı Avrupa sınavını kazanarak Almanya’ya makine mühendisliği eğitimi için gönderildi. II. Dünya Savaş’nın başlamasıyla geri çağrılan Nüvit Arıcan Almanya’nın çağrısyla yeniden bu ülkeye gitti ve 1942’de makine mühendisi diploması aldı. Ardından yine Sümerbank’ın isteğiyle Stuttgart’ta mensucat (tekstil) mühendisliği eğitimi aldı. 1945’te yurda döndü. Sümerbank’ın Bakirköy Bez Fabrikası’nda işe başladı. Surasıyla, Kayseri Pamuklu Müessesesi’nde Teknik Müdürlük ve Sümerbank Dış Alım Müdürlüğü yaptı. Mecburi hizmetini tamamladıktan sonra Altınyıldız Fabrikası’na kurucu müdür olarak geçti. Ardından Bozkurt Mensucat Fabrikası’nda 12 yıl müdür olarak hizmet etti. Bursa’da Sentetik İplik Fabrikaları Genel Müdürlüğü görevinde bulundu. 1973 yılında emekli oldu.

“SS SUBAYI: SİZ DE ENTERNESİNİZ”

Sümerbank’ın açtığı sınavla Almanya’ya gönderilen Nüvit Arıcan, Stuttgart’taki öğrencilik günlerini ve Türkiye’ye dönüşlerinde savaş nedeniyle bir kampta yaşamak zorunda kalmalarını şöyle anlatıyor: “Benim, Avrupa’ya gitmek filan öyle bir şeye dair bir fikrim yokken, ilk açılan Sümerbank’ın müsabaka imtihanına mektebin teşvikiyle girdim. Galatasaray Lisesi’nden hemen hemen bütün fen şubesi oraya gitti. Daha evvel, annem diplomat olmamı isterdi. Sümerbank imtihanlarını bizim sınıfta iki kişi kazandık. Hemen akabinde Berlin’e gönderildim. Bizim sınıftaki Mustafa isminde bir arkadaşın müthiş zekası vardı, bir de o kazandı. Fakat onu İngiltere’ye gitmek üzere ayırdılar, beni Almanya’ya. Almanya’ya kalkan tren, İngiltere’ye kalkan vapurdan daha önceydi. Dolayısıyla bütün sınıf arkadaşlarım beni geçirmeye geldiler ve işte ‘Re re re si si si Galatasaray Lisesi’ filan yola çıktık; ama içimde bir sızı kaldı, böyle bir hak aslında Mustafa’nın olmalıydı. Berlin’e gittiğimizde orada bir kaç arkadaşımızı bulduk ve ben bir talebe yurduna yerleştim, lisan konusunu geliştirmek üzere. Lisan diplomamı alıp Sümerbank’ın talebe müfettişine müracaat ettim. Fabrikalarda pratik yapmamız gerekiyordu, çalışmamız gerekiyordu. Bir fabrikaya girip çalışmak için kendilerinden müsaade istedim, o bana müsaade etmedi. Dedi ki ‘Ben bir istisna yapamam. Diğer arkadaşlarını, lisan öğrenmek üzere Hitler gençliği yetiştiren mektepler için tertipledim; sen de oraya gideceksin. Diplomam elimde olunca ben orada spordan başka bir şey yapmadım tabii. Gayet mahdut bir toplum içindeydik. Spor hocası da Avrupa’nın sırık atlama şampiyonu Vegner diye bir adamdı. Berlin’e dönüşte, bu sefer Stuttgart’ta gitmem gerektiği söylendi, fabrikalarda stajyer olarak çalıştık, yani işçi gibi. Dökümhanede döküm işçisine yardım ettik, marangozhanede marangozun yardımcılığını yaptık; bize verilen vazifelerde, parçanın imali, parçanın kesilmesi, şekillenmesi gibi alanlarda çalıştık; velhasil mektebe girdiğimizde, teknik konulardan bahsedildiğinde, böyle ne nedir bilmez bir durumdan kurtulmuş olduk. Stuttgart’ta bir buçuk sene yahut biraz daha fazla bir zaman geçmiş oldu. Biz birinci sömestirdeyken harp başladı ve Sümerbank, talebelerini geriye çekti. İstanbul Yüksek Mühendis Mektebine tekrar girmiş olduk. Belki birkaç hafta sonra Almanya’nın dünyaca itimat ve takdir edilen diplomatı olan Türkiye’de sefiri Von Pappen’in ağzından, Almanya’nın talebelere garanti vermesi üzerine biz tekrar okula döndük. Sosyal hayatımız da çok iyiydi. Bir yandan spor yaptık, kayak oynadık, top oynadık. 1942’de diplomamı aldım, artık yüksek mühendis olmuştum. Türkiye’ye geldim; Sümerbank bu sefer, makine yüksek mühendisliğinin üzerine bir de mensucat mühendisliği teklif etti. Hani teklif etti değil de, emretti. Ve ben, Stuttgart’a yakın Rotlingen şehirciğine -ki bu şehir pamuklu mensucat konularında tanınmış bir mektebe sahip idi- gittim. Almanya’da harp o zaman sürüyordu. Rotlingen’e geldik, tabii gıda kıtlığı var; zaman zaman hava akınları olduğunda sığınaklara girip çıkma durumu var. Anlaşılan Stuttgart, Rotlingen’e hakkımda bir bilgi vermiş; oradaki profesör, enstitü müdür bana talebe değil de sanki onların meslektaşıymışım gibi davrandı. Bir taraftan çalışmalarım devam ediyordu. Sonra, o sırada harp adamakıllı kızıştı ve istikamet belli oldu; Almanya’nın kazanma ihtimali pek yok gibiydi. Ve yine o sıralarda Türkiye Almanya’ya harp ilan etti. Türkiye, Alman uyruklularını enterne etti; Almanlar da aynı uygulamayı bize yaptılar. Bütün talebeleri Viyana’da topladılar. Kordiplomatikle beraber 15-20 öğrenci trene alındık. Tren hareket etti, bir de baktık bir SS subayı geldi, ‘Siz de enternesiniz’ dedi. Slezya’da bir otele götürdüler bizi. Ve orada beş ay kadar zorunlu ikamet ettik. Açık hava hapishanesi gibi, ama yemekler dışarıdakinden daha da iyiydi. Zaten Türkiye’nin harp ilanından sonra para da gelmiyordu. Bizi oradan Ruslar çıkardı diyebilirim; Rus ordusu, bulunduğumuz Slezya’ya yaklaşmıştı artık, top sesleri bile geliyordu. Ve alelacele bizi trene, eski, camı kırık, bakımsız vagonların içine tıktılar ve bulunduğumuz yerden kaçtık. Aşağı yukarı bir ay, nerede olduğumuzu bilmeden böyle bir sirk gibi dolaştık. Ondan sonra günün birinde baktık Danimarka hududuna gelmişiz. Orada bir talimat geldi; ‘Talebeler İsviçre’ye gitmek üzere geri döneceklerdir’ diye. Ama ben kordiplomatikle beraber Danimarka’dan İsveç’e, Göteborg’a geçmiş oldum, öteki arkadaşlar İsviçre’ye varmak üzereyken onları bir yerde toplamışlar, ondan sonra oradan da hep beraber İsviçre’ye geçmişler; onu duyduk. Ondan sonra Göteborg’tan bir gemi kalktı. Birkaç gün kaldık orada. Bu gemi Göteborg-New York arasında sefer yapan güzel, 22 bin tonluk, büyük bir gemiydi. Göteborg’tan çıktık, Kuzey Denizi’ne girerken sirenler öttü. Sonra anladık ki, her ne kadar Alman ordusu teslim olmuşsa da Alman Bahriyesi’nin denizaltıları teslim olmamış.

“Norveç sahillerini kıyı kıyı takip ederek gittik. Yolda da İngiliz destroyerlerinin, muhriplerinin öyle vızır vızır dolaşıp denize su bombası yahut mayın attıklarını da görebiliyorduk uzaktan, bir köpük ve beyazlık oluyordu. Sirenler çalınca önceden bildiğimiz kurtarma sandalının yanında, üzerimize kurtarma yeleğini giymiş olarak hazırol vaziyetinde durur beklerdik. Ta ki tehlike alarmı kesilene kadar. Cebelitarik’a varmadan önce gemi Lizbon’a uğradı. Oradan başka bir gemiyle Mısır’a, Portsait’e geldik. Birkaç gün sonra da İstanbul’a ulaştık ve vatanımıza, ailemize kavuşmuş olduk” (Kendisiyle söyleşi, Nisan 2004).

TURAN KURAL

TEKSTİL MÜHENDİSİ 1942-1947, İNGİLTERE

Turan Kural, 1920 yılında doğdu. İlk ve ortaöğreniminin ardından 1942 yılında İktisat Vekaaeti tarafindan açılan Avrupa imtihanını kazanarak tekstil mühendisliği eğitimi için seçildi. Ardından Sümerbank hesabına İngiltere’ye gönderildi. Dönüşünde önce kamu sektöründe, pamuklu tekstil işletmelerinin çeşitli basamaklarında ve sonra özel sektör şirketlerinde çalıştı. 1979’da emekli oldu. Ege Üniversitesi Tekstil Fakültesinin daveti üzerine 1979 Ekim ayında İzmir’de akademik yaşama girdi. Ege’den sonra sırasıyla, Uludağ, İTÜ ve 2000 yılı Marmara üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak Temmuz ayına kadar 21 yıl akademik alanda çalıştı. Toplam 57 yıl süren tekstil ile ilgili meslek yaşamında, pamuk üretimi, yurt içi ve dışı ticareti, pamuklu işletmeciliği, tekstil makinelerinin imalatı ve dış siparişleri ve sonunda meslek eğitimi gibi birçok alanda rol aldı.

“DÖRT AY, ALTI GÜNDE İNGİLTERE’YE VARDIK”

Turan Kural, o yıllarda Türkiye’nin eğitim için İngiltere’ye gönderdiği az sayıda öğrenciden biriydi. Kural’ın anıları, sadece İngiltere’de geçirdiği ilginç öğrencilik yıllarıyla değil; Türkiye’den İngiltere’ye gitmek için Mısır üzerinden takip edilen güzergahın uzunluğu tehlikeleri ile dolu. “Yüksek Mühendis Mektebinde derslerin başlamasından sonra iki hafta geçmişti. İktisat Vekaleti tarafından Avrupa’da tahsil için bir imtihan açılacağını tesadüfen arkadaşım Zeki Doğan’dan duydum. Kendisi adaylık kaydını yaptırmış. Ben de kendimi istim üzerinde hissettiğimden, yeni bir bilgi yarışmasına pek heveslendim. Sorular, üç hafta önce karşılaştığımız Yüksek Mühendis Mektebinin giriş imtihanındaki seviyeye yakındı. Doğrusu, benzer başarıyı umuyordum. Mühendis Mektebindeki pek hoşlandığım derslere ciddiyetle devam ederken Avrupa imtihanının üzerinden epey zaman geçtiği için neticelerini de merak etmeye başlamıştık. Nihayet bir gün, imtihan neticelerini açıklayan listenin Ankara’da neşredilen Ulus gazetesinde ilan edildiği haberini aldık. Ancak gazeteyi gün içinde İstanbul’da çok yerde aradıysak da bulamadık. Akşam yemeğinden sonra mektepten çıktık, Dolmabahçe’ye inip tramvayla Sirkeci’ye gittik, Babıali yokuşunu koşturarak çıktık; gazeteyi bulabileceğimiz Eminönü Halkevi Kütüphanesi’ne okuma salonu tam kapanmak üzere iken 22.00’de girdik ve aradığımız Ulus gazetesini orada bulduk. İlanlar sayfasında 51 başarılı öğrenciyi içeren listeyi merakla taradım ve Bursa Erkek Lisesi’nden Yüksek Mühendis Mektebine girmiş olan aynı dört kişinin isimlerinin bu liste içinde de olduğunu memnunlukla tespit ettim. Avrupa’ya gitme ihtimali üzerine, Yüksek Mühendis Mektebindeki çalışmalarımız olumsuz etkilenir oldu. Derslerden başka şeyler de düşünmek zorundaydık. Yapılan yazılı yoklamalarda notlarımız belirli derecede düşük geldi. Mektep İdaresi, koridora astığı bir yazıda, Avrupa’ya gideceği bilinen öğrencilerin 15 Şubat 1943’te mekteple yatılı ilişkilerinin kesileceğini bildirdi. Şehirde, devamlı olarak Karaköy’deki Sümerbank Şubesi’ne uğruyor; fakat Avrupa seyahatine çıkacağımız tarih hususunda kesin bilgi alamıyorduk. Dünya Savaşı, karada Kuzey Afrika’da, Rusya’da bütün denizlerde şiddetle sürmekteydi. Avrupa, ülkemizin sınırlarına kadar tamamen Almanya’nın askeri işgali altında bulunuyordu. Biz ise, Avrupa’nın öbür ucunda, yüksek tahsile gideceğimiz İngiltere’den gelecek vizeyi beklemekteydik. Bu sırada Maarif Vekili Hasan Ali Yücel mektebimizi ziyaret etti. Bir ara firsattan istifade edip iki arkadaş koridorda yanına yanaştık. Avrupa’ya tahsile gitmek üzere olduğumuzu, formalitelerin geciktiğini, bizi Mühendis Mektebinden hemen çıkarmak istediklerini, halbuki ailelerimizin İstanbul’dan çok uzakta olduğunu söyleyip yardımını istedik. Buradakiler de sizin ebeveyniniz sayılır. Sizi sokağa atmazlar’ cevabı ile birlikte büyüğümüzden ilave değerli nasihatı aldık. Nitekim ertesi gün duvardaki ilan yenilendi ve mektepten çıkarılmamızıntarihi uzayarak 15 Mart 1943 olarak değişti. Hayatta ilk sözleşmemi Sümerbank ile, 17 yaşında iken İstanbul’da yaptım. Noterde imzaladığım bu sözleşmede, ‘İngiltere’de Yüksek Mühendislik eğitimi yaparken, her sınıfı iyi derece ile geçmeyi, yabancı uyruklu bir kimse ile evlenmemeyi, yüksek tahsilin tamamlanmasından sonra ülkeye dönüp iki misli süre, Sümerbank’ın vereceği görevleri yapmayı taahhüt ediyor; aksi takdirde bana yapılmış olacak bütün masrafı 10.100 TL’ye kadar geri ödemeyi’ kabul ediyordum. Bu sırada, İsviçre’de okuyacak arkadaşlarımız, pasaport tamamlandığından, trenle peyderpey gidiyorlardı.

“YABANCI BİR DİYARDA, SANKİ BOŞLUKTA OLDUĞUMU İLK KEZ HİSSETTİM”

Nihayet bizim de İngiltere’ye hareket edeceğimize ait haber geldi. 1 Haziran 1943 akşamüzeri Toros Ekspresi yataklı treniyle ikinci kafile olarak dört kişi, Haydarpaşa’dan yola çıktık. Avrupa’da ve Akdeniz’de hüküm süren harp dolayısıyla İngiltere’ye seyahatimiz dolambaçlı bir yoldan olacaktı. 5 Haziran’da Suriye sınırından geçerek ülkemizi terk ettik. Trenimiz geceyarısı sınırda durdu. Pasaport kontrolü yapılırken dışarıdan gelen bir Fransız askerinin kulağımı tırmalayan yabancı melodili ıslığı, soğuk bir duş gibi içimi ürpertti. Vatanımdan ve alışık olduğum hayattan ayrılmış olduğumu ve artık yabancı bir diyarda bulunduğumu, sanki boşlukta olduğumu, o zaman açıkça hissettim. Suriye ve Filistin toprakları içinden işgalci Fransız ve İngiliz askerlerini, kısa pantolonlu üniformaları ve yerli Arapları değişik elbiseleri içinde ilk kez görüp geçerek, tren, taksi ve trenle yolculuk sonunda 8 Haziran günü Kahire’ye vardık. Altı öğrenciden oluşan son grup ise bir hafta sonra geldi ve İngiltere’ye gitmek için Kahire’de, otelde vasıta bekleyen kafilemiz 14 kişi oldu. Tam 100 gün, Kahire’de 1943 yılının en sıcak günlerini geçirdik. Bu arada Afif Erdemir adındaki arkadaşımız tifoya yakalandı, doktorun önerisi üzerine, İngiltere’ye seyahati engellendi ve Türkiye’ye geri gönderildi. Kaderin bu cilvesinden sonra öğrenci kafilemiz on üç kişiyle otelde beklemeye devam etti. İtalya’nın müttefikler ordusuna teslim olduğunu duyduğumuzun ertesi günü bizim de İngiltere’ye hareket haberimiz çıktı. 15 Eylül 1943 sabahı apar topar bizi otelden alıp Kahire İstasyonu’na götürdüler. İngiliz askerleri ile dolu trenle birkaç saat sonra Port Tevfik’e geldik. Bu liman şehri Süveyş Kanalı’nın güney ucunda bulunuyormuş. Bir çatana bizi açıkta demirli bulunan büyük bir gemiye çıkarttı. Kaptanın emri gereğince derhal can yeleğini omzumuza taktık. Can yeleği 22 gün süren yolculuğumuz süresince hep yanımızda olacaktı; yatarken ranzanın başucunda, yemek yerken ve vapur içindeki gezintilerimizde daima omzumuzda asılı olarak bulunacaktı. Vapurda verilecek iki sinyale dikkat edecektik. Alarm zili devamlı çaldığında hava hücumu olduğunu anlayacak ve alt kamaralara inecektik. Kesikli çalan zil, denizaltı tehlikesinin işareti idi; duyunca güverteye çıkıp belirli kurtarma filikamızın yanına gidecektik. Ertesi günden itibaren bütün yolcuların katıldığı bu talim, seyahat süresince sabah ve öğleden sonra her gün uygulandı. Vapurda pek az sivil yolcu vardı, çoğunluk askerdi. Bizden iki hafta önce Kahire’ye gelen altı kişilik ilk Türk öğrenci kafilesinin, gemi ile Güney Afrika’yı dolaşarak İngiltere’ye gittiğini öğrenmiştik. Gemideki yolculardan sorularımıza cevap alamıyorduk. Ya hiç bilmiyorlardı ya da gizli tutuyorlardı. Gemide ilk gecemizi geçirdik. Ertesi sabah pervanenin sesiyle uyandım, başımı dışarı çıkarıp baktığımda kuzeye doğru hareket halinde olduğumuzu fark ettim. Akdeniz’den geçeceğiz’ diye kamara arkadaşlarıma haberi ilettim. Limanda iki saat durduktan sonra Akdeniz’e açıldık. Gemimizin sağında, solunda ve arkasında birçok gemi daha vardı. Tekleyerek yaptığım konuşmayı öğrenciler ilgiyle izledi, sorular sordular; fakat bahsettiğim konudan çok, herhalde İngilizce konuşma çabamı takdir ettiler” (Kendisiyle söyleşi, Mayıs 2004).