KÜRESEL EKONOMİDE DURGUNLUK SİNYALLERİ GİDEREK GÜÇLENİYOR. GELİŞMİŞ EKONOMİLERİN ENFLASYONLA MÜCADELESİ SERTLEŞİRKEN, TÜRKİYE EKONOMİSİ DÜNYANIN GERİ KALANINDAN FARKLI BİR HATTA İLERLEMEYE DEVAM EDİYOR. DÜNYADA DEĞERİ ARTAN DOLARIN YURT İÇİNE BESLEDİĞİ YÜKSEK ENFLASYON İLE DÜŞÜK BÜYÜME ORANINA, YAKLAŞAN GENEL SEÇİMLER NEDENİYLE BÜTÇE POLİTİKASININ GEVŞEMESİNİN DE EKLENMESİ BEKLENİRKEN, TÜM BU KOŞULLARA RAĞMEN ÜLKEMİZ NEGATİF REEL FAİZ VERMEYE DEVAM EDECEK GİBİ GÖRÜNÜYOR.

Küresel piyasalarda alışık olmadığımız ciddi hareketler yaşanmaya devam  ediyor. Başta petrol ve altın olmak üzere emtia fiyatlarında büyük dalgalanmalar yaşanırken avro/dolar paritesi 20 yılın en düşük seviyesini gördü. Makroekonomi tarafında hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler bütünüyle enflasyonla mücadeleye girişmiş durumda. FED Mart ayındaki toplantısında 25 baz puanlık artışla 2018’den bu yana ilk kez faiz artırımı kararı alırken, Mayıs toplantısında 50 baz puan ile 2000 yılından bu yana  en hızlı faiz artışını yaptı. Haziran ayı toplantısında ise FED, 75 baz puanlık artışla 1994 yılından bu yana tek seferde gerçekleştirdiği en hızlı faiz artışıyla politika faizini yükseltti.  Avrupa Merkez Bankası, bünyesindeki ülkelerin homojen ekonomik yapılara sahip olmaması nedeniyle görece zorlansa da geçen haftalarda 11 yıl aradan sonra faiz artırımına gitti ve politika faizini 50 baz puan artırdı. Beklenti 25 baz puanlık artış yönündeydi. Karar sonrası yapılan açıklamayla birlikte, faiz artırımlarının Eylül ayında da süreceği beklentileri kuvvetlendi.

ABD ekonomisinde durgunluk beklentisi iyiden iyiye belirginleşiyor ve artık bunun ne derece derin ve uzun süreli olacağı tartışılıyor. ABD’nin uzun vadeli faizleriyle kısa vadeli faizleri arasındaki farkın eksiye dönmüş olması, en önemli ekonomik durgunluk göstergesi. 50 yıldan beri oluşan bütün ekonomik durgunlukların öncesinde bu fark eksi değere düşmüş. En son 2008 krizinin hemen öncesinde 2006-2007 yıllarında 10 yıl ile 2 yıl tahvil faiz farkı eksi değere düşmüştü. Bu yıl da Temmuz ayının ilk haftasından itibaren faiz farkı hızlı bir  şekilde eksiye doğru gitmiş bulunuyor. Türkiye açısından beklenti ise dünyanın geri kalan kısmına benzer şekilde yılın ikinci yarısında büyümenin yavaşlaması. Henüz ikinci yarıya ilişkin elimizde somut büyüme rakamları yok ancak öncü göstergelerden olan elektrik tüketimi rakamları yavaşlamanın başlamış olabileceğini bize söylüyor. OECD’nin makine öğrenimi yoluyla ülkelerin ekonomik büyümesini tahmin ettiği modeli de benzer şekilde Türkiye’nin Haziran ayından itibaren bir yavaşlama sürecine girdiğine işaret ediyor. Haziran ayı PMI  endeks değeri Türkiye’nin, endeksin kapsama alanına giren ülkeler içerisinde en düşük değere sahip beşinci sıradaki ülke olduğunu bize söylüyor.  Yılın ilk yarısında üretim tarafında görülen hareketliliğin ilk sebebi ihracattı. Mart ayında 22,7 milyar dolar, Nisan ayında 23,4 milyar dolar, Mayıs ayında 19 milyar dolar ve Haziran ayında 23,4 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirildik. İlk altı ayda ihracatımız yüzde 20 artarken ithalatımız yüzde 40 yükseldi. Bu şekilde yıllık bazda dış ticaret açığımız son dört yılın en yüksek düzeyine ulaşmış görünüyor.  İthalatın, ihracata göre daha hızlı artmasının başlıca nedeni, emtia fiyatlarında yükseliş olmakla birlikte ithal mallara olan talebin canlı olması. Kurdaki yükselişin devam etme ihtimaline karşı hem teşebbüsler hem de tüketiciler alımlarını öne çekmiş görünüyor.  Zira mevcut finansal koşullar altında, pek çok kişi TL’de kalmayı rasyonel görmüyor. Eylül 2021’den beri ekonomik büyüme yanlısı olarak hayata geçirilen politikanın yan etkilerini yaşamaya devam ediyoruz. Peki, nedir bu  yan etkiler? Kur artışı, artan emtia fiyatları ile körüklenen yüksek enflasyon. Sistemin devamlılığında kur korumalı mevduatın büyük payı var fakat bu uygulamanın kamu bütçesine etkisi de her geçen gün artıyor. 8 Temmuz’da 1,1 trilyona yaklaşan KKM ödemelerinin yıl sonuna doğru  2 trilyonu geçmesi öngörülüyor. Süresi yıl sonunda biten sistemin seçime kadar uzatılması da çok muhtemel. Ağırlıklı vade üç ay oldu

ğu düşünüldüğünde, 2023 yılının Eylül ayında KKM ödemelerinin ekonomiye maliyeti tam olarak ortaya çıkacak. KKM ortadan kalktıktan sonra kurun ne düzeye geleceğini kestirmek mümkün değil ancak kurda yaşanması muhtemel bir sıçramanın ekonomiyi ciddi şekilde etkileyeceğini bugünden söyleyebiliriz. Dolayısıyla, olası senaryoların bugünden çalışılması ve gerekiyorsa baskının çevreye yayılması adına alternatif araçların devreye alınması gerekiyor. Zira Fitch, yıl sonunda dolar kurunun 20 TL’yi bulması halinde bunun yalnızca bütçeye GSYİH’nin yüzde 2,9’u kadar yük getireceğini vurguluyor. Enflasyon konusunda siyasilerse Aralık ayına  işaret ediyorlar ve düşüşün başlayacağını söylüyorlar.  Tüketici fiyatlarında, Aralık ayında çok büyük olasılıkla geçen yılki yüzde 13,58’lik rekor oran kadar artış olmayacağını öngördükleri için Aralık ayında sayısal olarak enflasyonun düşük olarak görünmesinde, baz etkisi rol oynayacaktır.  Evet, faizi yükseltmiyoruz ancak bu da işimizi görmüyor ne yazık ki. Bunun en basit hesabını kamunun ödediği faiz giderinde yapabiliriz. Merkez Bankası faizi düşük tutmasına rağmen Hazine’nin borçlanma faizi tam tersi yönde artıyor. Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre Temmuz ayı itibarıyla iç borçta toplam anapara yükü 1,6 trilyon lira düzeyinde. İç borcun faiz yükü ise aynı ay itibarıyla 2,2 trilyonu bulmuş durumda. Yani faiz, anaparayı geçti. Yılın yedi ayında anapara yükü yüzde 22 oranında 294 milyar lira arttı, faiz yükü ise yüzde 174 oranında 1,4 trilyon lira artış gösterdi. Peki, neden bu durum yaşanıyor? Merkez Bankası faizi aşağı çekince oluşan güvensizlik ortamında Hazine’nin borçlanma faizi artış gösteriyor. Bunu da en iyi Türkiye’nin CDS yani risk priminden görebiliyoruz. CDS primlerinin yükselmesi, borçlanma maliyetinin de artması anlamına geliyor. 300 baz puanın üzerinde CDS’ye sahip ülkeler aşırı riskli kabul ediliyor. Yüksek CDS ise yüksek risk anlamına geldiği için CDS primleri yüksek olan ülkelerin dış borçlanma faizi de yükseliyor. 300 sınırı riskin başlangıcı olarak görülürken bu aralar 840’larda gezinen CDS primimizde Türkiye’nin üstünde yer alan ülkenin Rusya olması manidar. Tüm bu gelişmelere bağlı olarak uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, Türkiye’nin kredi notunu beş ay içinde ikinci kez düşürdü. Fitch Türkiye’nin kredi notunu  Şubat ayında BBdüzeyinden B+ düzeyine düşürmüştü. Şimdi de B+ düzeyinden B düzeyine düşürdü. Üstelik görünüm değerlendirmesini de olumsuz olarak tuttu. Yani Fitch, Türkiye’nin kredi notunun daha da düşme ihtimalini yüksek görüyor. Böylece Türkiye’nin kredi notu, 2001 krizi düzeyine inmiş oldu. Bütçe gerçekleşmelerinde ciddi bir kötüleşme söz konusu olmasa da yılın ikinci yarısında iç pazarda beklenen ekonomik yavaşlamanın, dünyadaki ekonomik durgunluk sonrasında ihracatın yavaşlamasının ve seçim öncesi gevşek bütçe politikasının kamu bütçe görünümüne olumsuz etkileri olacağını söylemek mümkün. Yılın ilk altı aylık sonuçlarına göre gelir vergisi artış oranı geçen yıla göre yüzde 48 civarında. Aynı şekilde KDV artış oranı da yüzde 50 civarında. Vergi gelirleri içinde büyük paya sahip olan bu iki vergi gelirlerinden artış oranları, enflasyon rakamlarıyla karşılaştırıldığında düşük kalıyor. Ekonomideki yavaşlama sonrasında bu rakamlar daha da azalacak, buna karşılık kamu harcamaları seçime giderken daha da artacak ve neticede bütçe dengesi bozulacaktır. Sonuç olarak Türkiye’nin, dünyada değeri artan doların beslediği yüksek enflasyonla, düşük büyüme oranıyla, yüksek risk oranı ve bozulan bütçe dengesiyle aynı anda mücadele etmesi gerekecek. Bu koşullara rağmen ülkemiz negatif reel faiz vermeye devam edecek gibi görünüyor. Şu ana kadar ki uygulama sonuçları negatif reel faizin beklendiği şekilde çalışmadığını bize gösterdi. Sistem üzerinde biriken basıncı hafifletecek ortodoks politika araçlarına geri dönülmesi, bu sorunların aşılması konusunda bizce katkı ve güven sağlar.