BU YILIN DOKUZ AYI, COVID-19’UN TÜM SOSYAL VE EKONOMİK YAŞAMA ETKİLERİNİ, ZORLUKLARINI KONUŞMAKLA GEÇTİ. ÖYLE GÖRÜLÜYOR Kİ, ADI 2019’DA KONULAN BU VİRÜSÜN ETKİSİNİ 2021’DE DE KONUŞUP TARTIŞMAYA DEVAM EDECEĞİZ. SALGINA YÖNELİK ALINAN EKONOMİK VE FİNANSAL TEDBİRLERİN, DESTEK VE TEŞVİKLERİN VERGİ OLARAK ETKİLERİNİ İSE ÖNÜMÜZDEKİ ON YILLAR BOYUNCA YAŞAYACAK VE KONUŞACAĞIZ.
Covid-19 her ne kadar küresel bir olgu olsa ve yarattığı krizin etkisi küresel boyutta olsa da yine de bunu küresel ölçekte ele almamaya, görmemeye niyetliyiz. “Gemisini kurtaran kaptan” misali her ülke kendi başına plan ve programlarla bu krizin üstesinden gelmeye çalışıyor. Ama nafile; açılan ve kapanan ülkeler, tedbirleri sıkılaştıran gevşeten ülkeler çeşitliliği gösteriyor ki küresel bir olguya küresel bir yanıt vermekte oldukça zayıfız. Hatta böyle bir gündemimiz bile yok denilebilir. Bunun nedeni, muhtemelen bugüne kadar gelişen küreselleşme mantığında ve zihniyetinde yatıyor. Dünyada adil bir küreselleşme zaten yoktu; çok kazanan ve çok kaybeden ülke ve coğrafyaların birlikte yer aldığı küresel bir organizma içinde yaşıyoruz. Küreselleşmenin yolu ve mantığını belirleyen ülke ve dev şirketler neyi küresel ilan ederlerse, işte o zaman küresel bir sorundan bahsediyoruz.
Örneğin, Covid-19 bahsinde küresel sorun mertebesine yükselen tek olgu, küresel tedarik zincirlerinde yaşanan kırılma oldu. Salgına ilk yakalanan ülke olarak Çin birçok ürünün tedarikini gerçekleştiremeyince, küresel boyutta tıkanmalar yaşandı. Çin’in dünyanın en büyük tedarikçisi olduğunu da böylece kanıksamış olduk. Çin’in hızlı toparlanmasıyla küresel tedarik zinciri güvenliği şu an bir anlamda kontrol altında ancak küresel bazda Çin’e bu denli yüksek bağımlılık, birçok ülkeyi ve dev işletmeleri alternatif yeni tedarik kaynakları yaratmaya, daha otarşik (kendi kendine yeterli olma) bir pozisyon oluşturmaya itti. Böylece, yeni yerli ve milli politikalar birçok ülkede yeniden gündeme gelmeye başladı. Çin’in salgın sürecinden hızlı toparlanmalarıyla bir anlamda kazançlı çıktığı söylenebilir. Küresel pazarlardaki etkin gücüne bir de geçtiğimiz ay imzalanan RCEP anlaşmasındaki bölgesel etkin rolüde eklenirse, Çin’in küresel pazarlık gücünün nasıl arttığını net bir şekilde görebilirsiniz. Küresel boyuttaki bu güç, ülke içine yönelik ikame etmek istediği yeni sanayi ve teknoloji plan-programıyla hedeflerini de büyütecek; Çin hem içe hem dışa yönelik büyük hedefler peşinde olacaktır. ABD ve AB’nin bu yeni gelişecek pozisyonlanmaya vereceği yanıt ise küresel bazda pazar ve pazarlıklar için oldukça büyük bir önem arz edecektir. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde, ABD-Çin arasında ki ticaret savaşının dozunun herhangi bir azalma olmadan devam edeceğini öngörebiliriz. Çünkü dünyanın üretim merkezi haline gelmiş Çin’in bu kapasitesinden vazgeçemeyeceği zorunlulukları var. Ayrıca bu iki ülke arasındaki ilişkinin teknoloji boyutu çok daha ilginç. Peşinen belirtelim, bu alanda teknolojide ABD’nin ya da ABD menşeli şirketlerin şimdilik büyük bir egemenliği söz konusu. Yakın zamanda bu paradigma değişmez görünüyor ama tekniğin engellenemez dinamiğinin nelere yol açabileceği de bilinemez. Bu iki ülkenin ticaret, teknoloji ve bunların finansmanı alanında egemenlik bölgelerini çoğaltmak, yaymak isteyecekleri de açık bir gerçek. Peki, bu ülkelerin geliştireceği stratejik hamlelere Avrupa nasıl bir yanıt verecek? Bu anlamda, Türkiye açısından Avrupa’nın ya da AB’nin vereceği yanıt da çok stratejik öneme sahip olacaktır.
AB VE TÜRKİYE BİR DARGIN, BİR BARIŞIK
AB, uzun bir süre ABD ve Çin’in teknik, ticari paylaşımlarına karşı “kayıtsız” kalmıştı. Bu kayıtsızlıkta Almanya’nın rolü büyüktür. Almanya, bir anlamda kayıtsız göründüğü bu dönemde dış ticaret rekorlarına imza atmış, klasik ve stratejik sanayi kolları olarak atfedilen makine ve otomotiv sanayilerinde lider pozisyonunu sürdürmüştü. Çin’deki en önemli otomotiv yatırımları ile ABD’de deki en önemli makine yatırımları Alman şirketlerine ait. Üstüne üstlük, AB pazarından da en önemli faydayı sağlayan ülke yine Almanya. Bu bilgiler, Almanya’nın, düne ve bugüne ait güçlü konumu sürdürebilir kılmak için artık artan bir oranda AB kartını oynayacağını da bize söylüyor. ABD ve Çin karşısında AB’yi az çok güçlü kılan etken, dünyanın en büyük ticaret, gümrük anlaşması ve ortak para kullanan bölgesi olmasıdır. Bu içerikte ikinci bir bölge ve birlik yok. Fakat bu Birliğin artık çağın gerekliliklerine ve zamanın ruhuna da yanıt vermesi bekleniyor. Şimdilerde, yeni sanayileşme, dijitalleşme ve enerji alanlarında Almanya’nın başını çektiği bir plan ve programın AB tarafından üstlenildiğinin şahitliğini yapıyoruz. ABD gibi çığırtkanlıkla ya da Çin gibi sessiz ve sinsice de değil, rasyonel ve pragmatik bir strateji izleniyor. Yeni sanayileşme, dijitalleşme ve enerji başlıklarında kapsamlı programlar ve yol haritaları mevcut. Yeni sürecin finansmanı da AB Merkez Bankası’nın yeni oluşturduğu fon mekanizmalarıyla gerçekleşecek. Şu an baş ağrıtan tek konu ise euronun dolar karşısındaki yüksek değeri ki bu teknik konuya şimdilik burada değinmeyeceğim. Türkiye’de hemen herkesin hem fikir olduğu konu, AB’nin bizim için önemli olduğudur. Bu önemi gösteren sonuçlar listesinin başına AB ile yaptığımız dış ticaret ile AB ülkelerinden gelen yabancı yatırım ve finansmanı koyabiliriz. Ama tüm bunlar “sonuçtur.” Bunların gerçekleşmesini sağlayan özne; ticaretini yaptığımız ürünlerin üretim metodu, zihniyeti, kalite ve sistem anlayışının Avrupa, hatta daha direkt ifade etmek gerekirse Almanya’dır. Türkiye’nin endüstriyel gelişiminde bu yönelimin etkisi ve başarı payı büyüktür. Bunu sürdürülebilir kılmak için de AB’de üç başlıkta başlayan değişim ve dönüşümün içinde olmak zorundayız. Küresel yeni şekillenmeler perspektifinden hareketle, Türkiye, AB ve Akdeniz coğrafyasında güçlü olabilmek için AB’nin yeni sanayileşme paradigmasını, endüstride dijitalleşme önceliklerini ve yenilenebilir enerji kaynaklarını geliştirme ve çoğaltmadaki yöntemini, yani Birliğin her türlü enerji ve sinerjisini kullanmak zorundadır.